28 Ocak 2013 Pazartesi

Dün maçı kim kaybetti?


Yeni yılın ilk derbisi, pırıl pırıl çimler ve yeni transferler eşliğinde dün oynandı. Maçtan önce herkesin ortak fikri Galatasaray’ın favori olduğu ama Beşiktaş’ın da takım oyunu ve inanmışlıkla bu maça ortak olma ihtimalinin sürpriz olmayacağı yönündeydi. Her derbi biraz da teknik direktörler mücadelesidir. Ancak bu sefer her iki hoca da, takımın performansının önüne geçen kritik hamleler ile maçın kaderini belirledi.

Samet hoca ne yazık ki, Fenerbahçe maçında düştüğü hatayı tekrar edip ideal 11’ini yine bozdu. Gerçi bu sefer Almeida’nın yokluğu gibi bir bahanesi vardı. Ancak yine de bu Mehmet Akgün macerasına girmek için yeterli bir sebep değildi. Tamam dün bir kez daha anladık ki, Almeida Beşiktaşın oyun sisteminde çok önemli. Ancak sen o oyuncu yok diye, hem sağ bek, hem sağ açık hem de santraforunu değiştirirsen, o eksik bir oyuncu olur sana eksik üç oyuncu. Sonuç, hem Beşiktaş’a zarar, hem Mehmet’e zarar hem de uzun zamandır sağ bekte iyi bir tablo çizen, ama dün Mehmet’in oyunda oluşu sebebiyle sağ açığa çekilen Hilbert’e zarar. Zaten bütün bu açıkların sonucu Emre Çolak’ın erken golü de geldi.

Bu maçın kırılma anı kesinlikle ilk goldü. Diyeceksiniz ki , “ee maç o zaman daha oyunun başında kırılmış”, aynen doğrudur. Kalesinde erken golü gören Beşiktaş, bütün sakinliğini kaybetti, panik içinde bir oyun sergiledi. Kazandığı her topu Galatasaray’a kaptırıp, orta sahada top tutamadı. Buna bir de henüz eski formunu yakalayaman Fernandes eklenince, herkesin “Beşiktaş üst üste 3 top yapamadı” yorumlarına kurban giden bir Beşiktaş oldu. Ancak Fernandes maça yanında Oğuzhan ile başlasaydı, belki bu kadar dribbling yapmak zorunda kalmaz ve daha az yorulup, daha çok katkı sağlar mıydı? Belki… Ancak şurası bir kesin, Fernandes-Ozzie ikilisi aynı lisanı konuşmasalar da, aynı ayak lisanına sahip iki futbolcu, ve skor ne olursa olsun, futbolseverler bu ikiliyi birlikte sahada görmekten keyif alıyor. Bu da Samet Hoca’nın aklının bir köşesine olmalı.

Fatih Hoca’nın 11’i ise, elindeki en uygun 11 idi. Burak’ın oyuna hiç girmemiş olması kafa karıştırdı, ancak o kararın nedeni de belki bir kaç gün sonra belli olur. Emre Çolak kendi taraftarları tarafından bile giyotine gönderilmişken, Fatih Hoca yine farkını ortaya koydu ve oyuncusunu kazanmaya yönelik hamlelerinin meyvesini aldı. Stadda yedek kulübesine çok yakın bir yerde oturuyordum. Maç boyunca Hoca’nın, Muslera dahil tüm oyuncularına “Emre’ye oynayın” diye defalarca bağırdığını duyduk. Derbide gol atmış olmak Emre’nin özgüvenini yeniden kazanması için çok önemli bir adım kuşkusuz. Fatih Hoca hem maçı, hem Emre’yi kazandı. Yine de golden bahsetmişken, golün kendisinden bile daha güzel bir orta yapan Umut Bulut’u da alkışlamak lazım.

Hiç hesapta yokken 10 kişi kalan Galatasaray’da Fatih Hoca yine taktisyenliğini ortaya koyup, Hakan Balta’yı oyuna soktu. Hakan ise bir ara neredeyse santrfor gibi oynadı. Galatasaray da atak bindirmeye devam etti. Zira rakibi de (Fernandes’i yok sayarsak) zaten maçın başından beri 10 kişi oynuyordu. Sneijder hakkında yorum yapmak için henüz çok erken. Tek söyleyebileceğim önünde pas atacak bir adama ihtiyaç duyduğu. O yüzden ben Burakla ikisini birlikte izlemeyi merakla bekliyorum.

Vee gelelim, memleketin en önemli futbol sorunu tükürük olayına. Bir derbi oynanmış, ülkenin iki büyük teknik direktörü istifa etmiş ancak gelin görün ki, herkes “tükürdü mü tükürmedi mi”yi konuşuyor. Sonra ülkede futbol neden bu halde? Kimse gerçekten futbolu konuşmadığı için olabilir mi mesela? Melo hakkında konuşmanın çok anlamsız olduğunu düşünüyorum. Maç boyunca yaptıkları, oyundan çıkarken Fatih Hocaya saygısızlığı; Melo kredisini çoktan tüketti. Bunlar işin ekranlara yansıyan boyutu. Bir de “yen içinde kalan” tutumları var ki; tüm ekibi uzun zamandır çok yordu. Galatasaray kulübüne yarardan çok zararı dokunduğu doğrudur. Kulüp de bu konuda “artık” gerekeni yapacaktır diye düşünüyorum.

Bu uzun yazının sonunda son paragrafına geldiniz. Normalde bu bölümde derbi ile ilgili toparlayıcı birkaç cümle yazmam gerekir. Ama biliyor musunuz ki, birkaç güne kalmaz hepimiz bu derbiyi de, golleri de, tükürüğü de unutacağız. Neyi mi hatırlayacağız? Dün maç telaşından pek konuşulmayan Şenol Güneş’i hatırlayacağız. Şenol Hoca kendi başına bir futbol üniversitesidir. Onun okulundan mezun olan öğrenciler diğerlerinden daha şanslıdır, daha centilmendir. O yüzden Selçuk İnan her maç sayısız faule maruz kalmasına rağmen; arkadaşlarının tükürüklerinin, kavgalarının tersine, ne hakemle ne de rakip oyuncu ile sorun yaşamamıştır. Umarım Hoca futbolun içinde ki az güzel adamlardan biri olmaya devam eder. Dün akşam maçı Beşiktaş kaybetti zannediyorsunuz değil mi? Asıl maçı dün Trabzonspor kaybetti kimse farkında değil…


21 Ocak 2013 Pazartesi

Kazan - Kazan


Günlerdir hadi artık lig başlasın diye bekliyor olmama rağmen, çok önceden verilmiş başka bir sözüm olduğundan Cuma günü ligin ikinci yarısının ilk maçlarını izleyemedim. Eve dönerken yolda taksi şoförüne “Kasımpaşa – Galatasaray maçı nasıldı” diye sordum. Sneijder’den başladı, “eleman” benzetmesinden, Fatih Hoca’nın açıklamalarına, Bülent Tulun’a, derin Galatasaray’a, hatta ismini hiç duymadığım kulüp yöneticilerine kadar her şeyi anlattı. Artık tam inmeme yakın, “peki maç nasıldı” diye yine sordum. Cevap yine pek farklı değildi. “Abla, Galatasaray lider ya, bunlar ortalığı karıştırıp, bizi şampiyon yapmamak istiyorlar.”

Nüfusun %90’ının bir takım tuttuğu, en önemli spor gündeminin futbol olduğu bir ülkede, oyunun değil de yeşil sahanın dışındaki magazinin peşine ne zaman düştük bilmiyorum. Bu konulara girildiğinde genelde sorumlu olarak spor medyası gösterilir. Ancak toplumu bu kadar etkisi altına alan bir spor dalını yönetiyorsanız, değil iki, beş kere düşünerek konuşmak lazım. Galatasaray Başkanı Ünal Aysal’ın “eleman” yakıştırması ile "bir mevkiyi sıradanlaştırmasını"  her kime söylerse söylesin çok şık bulmadım. Hele ki konu, Fatih Terim gibi Galatasaray tarihi için önemli bir isim olunca daha da sakil durdu.

Galatasaray’da idari anlamda işlerin karışık olduğu uzun zamandır belli. Göreve geldiğinde “beni ekran önünde pek göremeyeceksin, herkes kendi işini yapacak” diyen bir Başkan, zaman içinde değişti, ekranı sevdi, konuşmayı sevdi. Diğer yandan “kraldan çok kralcı yöneticiler” kulübün zaten eskiden beri en büyük sıkıntısıydı. Galatasaray seçilmişlerden çok atanmışların konuştuğu bir kulüp olmaktan bir türlü kurtulamadı. O yüzden bu son olaylar da bazılarının aksine beni hiç şaşırtmadı. Ne Başkan’ın çıkışı, ne etrafındakilerin yönlendirmesi, ne de Fatih Hoca’nın maç sonu açıklaması. Galatasaray zaten hep kaos ortamında yönetilen ve futbol oynamaya çalışan bir kulüp olmadı mı...

Halbuki Galatasaray ile ilgili konuşulacak daha farklı konular var. Sezonun ikinci yarısına özgüvenini kaybetmiş bir şekilde başlayan Emre, geçen yılı aratan bir Selçuk-Melo, dağınık oynayan ve takviye ihtiyacı çok net olan bir savunma... Takımın asıl ihtiyacı bir sol bek, stoper ve orta saha iken, çilek diye tutturup, Sneijder’i getirip transfer defterini kapatmak ne kadar akılcı? Yanlış anlamayın Sneijder’i Tottenham’a kaptırmamak bir vizyon işidir, Türkiye adına önemli bir transferdir. Ancak yönetimin asıl önceliği takviyeye ihtiyacı olan bölgeye yönelik transferi yapmaktır.

Biliyorum bunları söylemek hiçbir işe yaramayacak, ancak kendimi tutamayarak tekrar söylemek istiyorum. Kulüp başkanlarının başarısı yıldız transferlerle ölçülmüyor. Eğer öyle olsaydı, Beşiktaş kulübünün efsane başkanının Demirören olması gerekirdi. Kulübün de, Başkan’ın da başarısı kupayla değerlendirilir. Kupayı getirecek olan da teknik direktör ve futbolcudur. Başarısını defalarca ispatlamış bir Fatih Terim’i mutsuz edersen, futbolcu da mutsuz olur, sonuç: Sen de mutsuz olursun.

Başkan, aynı zamanda uluslararası arenada oldukça başarılı ve saygın bir işadamıdır. İngilizce deyimleri ve benzetmeleri de çok sever. Hani Amerikalıların pek sevdiği bir söz vardır ya; “Win-Win” (Kazan-Kazan). İşte, mesele bu başkan. Fatih Hoca wins, sen win. Okey?

14 Ocak 2013 Pazartesi

Futbol Kahramanları


Büyükadalı Lefter futbolu bırakalı 58 yıl oldu. Bazı futbolcular vardır ölümleri sadece fizikidir. Onlar yeşil sahalarda, taraftarın dilinde, resimlerde yaşamaya devam eder. Günümüz futbolcularını hep o isimlerle kıyaslarız. Lefterle, Cihatla, Canla, Fikretle...
İnsan düşünmeden edemiyor. Aradan geçen bunca yıla rağmen futbol kahramanlarımız halen 50 yıl öncesine dayanıyor. Günümüz oyununda sivrilen, maestroluğa soyunan futbolcu ya kulüp başkanları ya da teknik direktörler tarafından tırpanlanıyor. Tamam, kimse kulüpten büyük değil ama biraz da bu kulüpçü zihniyet öldürmedi mi futbol kahramanlarını...
Dün Lefter’in ölüm yıldönümüydü. “Futbolda gözyaşı dökmesini bilmeyen insan, sevinmesini asla öğrenemez” demişti. Bugün kaç futbolcu mağlubiyet sonrası gözyaşı döküyor? Ya da kaçı kaybettiği maç çıkışı ağzında sakızla, kulağında kulaklıkla yakalanıyor kameralara? Modern dünyanın mecburi istikameti mi artık bu görüntü, yoksa adanmışlığımızı mı kaybettik? Bundan 50 yıl sonrasının futbolcularını kimlerle kıyaslıyor olacağız? Hala Lefterle mi? Bugün bir kıyaslama yapılabilecek kadar formasına yakışan, formayı sadece saha içinde değil, hayatın her yerinde layığıyla taşıyan kaç futbol kahramanı var?

                                                            ***

Kahramanları kaybetmeye önce saha içinde başladık, sonra tribünlere sıçradı. 1461 Trabzon maçı öncesi, “Lefter ruhuyla savaş Fenerbahçe” sloganları ortalığı kasıp kavurdu. Şaşırdım.  Aklıma 6-7 Eylül olayları geldi. Rum azınlıklara yönelik yapılan saldırılardan Lefter de nasibini almış, bir avuç çapulcu kapısına dayanmıştı. Lefter’in evinin basıldığını duyan Fenerbahçeliler hemen Kartal’dan motorlara binip adaya koşmuşlar, evinin önünde barikat kurmuşlardı. “Sana bunu kim yaptıysa söyle, haddini bildirelim” diye sormuşlar. Hepsini isim isim tanımasına rağmen, Lefter kimseyi ihbar etmemiş, şikayetçi de olmamıştı. Fenerbahçelilerin verdiği destekten güç bulmuş, “her toplumda olur böyle şeyler demişti”. Şaşırdım, çünkü hayatının temeline barış ve hoşgörüyü yerleştirmiş Lefter’in adının bir slogan için bile olsa “savaş” kelimesi ile aynı cümlede geçmesini yadırgadım. O cümlede savaş derken, mücadeleden bahsediyorduk diyenler çıkacaktır elbet. Ancak o zaman onlara da diyeceğim şudur ki; sanırım sizin ve Lefter’in mücadeleden anladığı da farklı.
                                   
***
                                   
Bundan birkaç ay önce o dönemleri yakinen yaşamış spor spikeri Necati Karakaya ile sohbet etmiştik. Lefter’i anlatmıştı: “Mahşeri  bir kalabalık, caddeler taşıyor. Yaşlı bir Karslıyla konuşuyorum. ‘Buraya İsmet Paşa geldi. Böylesine kalabalık olmadı. Çünkü Demokrat Partililer gelmedi.  Buraya Celal Bayar geldi. Böyle bir kalabalık olmadı. Çünkü Halk Partililer katılmadı. Lefter için tüm partililer geldi. Bütün Kars burada.”
Doğru, Rum asıllı olması sebebiyle Lefter bu ülkede “azınlık”tı. Hala da öyle. Farklı renkte forma giyenlere tahammülümüzün giderek azaldığı, Müslümanlığı yaşayanların köktendinci, Musevilerin arkasında duranların din düşmanı, Türk çocukları da Kürt çocukları da ölmesin diyenlerin potansiyel terörist, Hrant Dink için yürüyenlerin hain etiketi taşıdığı bugünlerde, Lefter gibi 10 numara adamlar hala azınlık.

Dün Fenerbahçe Sol Açık Taraftar Grubu harika bir işe imza attı. Türkiye genelinde topladığı 2000’in üzerinde kitapla Afyon Mahmut Köyü’nde bir Lefter Kütüphanesi açtı.  Bu ülkenin daha çok kütüphaneye, daha çok okuyan insana, daha çok futbol kahramanına ihtiyaç duyduğu apaçık.
O yüzden iyisi mi artık bırakın “Lefter için oyna” demeyi. Artık Lefter için değil, onun gibi olmak için oynayın.