Antik
Roma’dan günümüze geçerliliğini yitirmeyen bir söz var: “Fortes fortuna juvat
ou Audaces fortuna adiuvat,” yani “Şans ancak cesurlara yardım eder.” Her başarısı memleketin vasatına
çekilmeye çalışılan buna rağmen sürüden ayrı kalmayı başaran, Adana’da Talat
Bey’in oğlu, İtalya’da İmparator, yeşil sahada futbolcuların babası, şansa
değil cesarete inanmış bir adamın öyküsü...
Spikerin “Haydi oğlum, haydi oğlum ve
gooool,” sesiyle yedek kulübesi önünde bekleyen herkes son penaltıyı atan Popescu’ya
doğru koştu. O hariç. Sahanın kenarında, gömleği terden ıslanmış, buruşmuş adam
tek başına diz çökmüş “Çok şükür,” diyordu. Geride kalan 17 Avrupa maçı yüzüne
yeni çizgiler, saçına yeni beyazlar düşürmüştü. Ve şimdi şükrediyordu.
Çocuk yaşta yapılan yanlış iğne sonucu,
tek bacağı topal kalan Talat Bey’in oğluydu o adam. Çocukluğunun geçtiği Adana Pozantı’da bir gün
Talat Bey, topal bacağının mahcubiyeti ile ağlaya ağlaya eve koşmuş ve annesine
bacağı yüzünden arkadaşları ile top oynayamadığından dert yanmıştı. Annesi onu
teselli etmek yerine dışarı çıkarıp, top oynamayan başka bir çocuk gösterdi,
onun neden oynamadığını sordu. Talat Bey, “Onun gözleri görmüyor, o yüzden
oynayamıyor,” dedi. O gün annesi Talat Bey’e şükretmesini öğretti. Sadece
kendisine verilenler için değil, verilmeyenler için de şükretmesini.
Aradan seneler geçecek Talat Bey’in oğlu Fatih,
belki de babasının çocukken topa vuramayan bacağı için toplara öyle bir
vuracaktı ki, dönemin yıldız futbolcusu Metin Oktay evlerine gelip babası ile
tanışacaktı. O gün babasının hayatını dinledikten sonra Metin Oktay, Fatih’e
dönüp “Babanın kaç elini öpüyorsun?” diye sormuştu. Genç Fatih, “Bir elini
öpüyorum,” dedi. “Yok,” dedi Metin Oktay. “İki elini de öpeceksin. Çünkü Talat
Amca benim babam olsaydı on Metin Oktay olurdum. Onun için iki elini de
öpeceksin.” Talat Bey o gün Galatasaray’ın gözbebeği Metin’e oğlunu emanet
etti.
İşte o Talat Bey’in oğlu, Fatih Terim 17
Mayıs 2000 tarihinde, sahanın kenarında tek başına şükrediyordu. Belki
babasına, belki Adana’dan Galatasaray’a geldiği güne, belki çocukluğunda
yaşadığı tüm sıkıntılara... Antoine de Saint Exupery’nin Küçük Prens’ini
bilirsiniz. Uçağının zorunlu iniş yaptığı
çölde Küçük Prens arkadaş olduğu yılana, “İnsanlar nerede? Çölde ne müthiş bir
yalnızlık var,” der. Yılan da ona “Bazen insan kalabalıkların içinde de yalnız
olur,” diye cevap verir. İşte o kalabalıklar içindeki büyük yalnızlığı en
çok hissedenler genelde güç ve iktidar sahibi insanlardır. Kazandığınızda
peşinizden sürüklediğiniz binlerce taraftar, size destek olan yöneticiler;
kaybettiğinizde buhar olup uçarlar. Bunu yaşamı boyunca defalarca tecrübe etmiş
Fatih Terim, kazanmak kadar kaybetmenin de şifrelerini çözmüştü.
"Kaybetmekten
korkma! Bir şeyi kazanmak için bazı şeyleri kaybetmelisin. Ve unutma,
kaybettiğinde değil, vazgeçtiğinde yenilirsin”
Futbolcuları devre arasında soyunma
odasına 2-0 mağlup girdiğinde, “Kaybederseniz hata benim, kazanırsanız başarı
sizindir,” der Fatih Terim. Sorumluluk alan insan sayısının çok az olduğu
ülkemizde sadece sözde değil, takım kaybettiğinde kameraların önüne çıkıp
mağlubiyetin de sorumluluğunu alır bu adam. Belki de bu sebeptendir taraftarın
hiç bir zaman Terim’e sırtını dönmemesi. Taraftarla kurduğu bağ öyle
kuvvetlidir ki, günümüzde futbolun tek başrol oyuncusu olmak isteyen
yöneticiler çoğu zaman rahatsız olur. 40 yıldır evi bildiği Galatasaray’dan bir
kaç kez iş akdi sonlandırılıp ayrılan Terim’in İtalya’da Milan’dan ayrılışı da
benzer sebeptendir.
İnter-Milan derbisi, yıl 2001. Milan iyi
başladığı sezonda, önce Perugia deplasmanında puan kaybetmiş, ardından evinde
Venezia ile berabere kalmış, derbiye mutlak galibiyet için çıkıyor. Guiseppa
Mezza stadında sadece meşhur Curva Sud tribünü Milanlılar’a ayrılmış, stadın
geri kalanı Inter taraftarı ile dolu. Fatih Terim’in başındaki Milan derbiden 4
gollü bir galibiyetle ayrılıyor. Terim, Türkiye’den alışkın galibiyeti hep
taraftarla kutlamaya. Curva Sud tribünü “İmparatore” diye yıkılıyor, 90 dakika
sonunda gömleği ıslak ve buruşuk bu adamı tribüne çağırıyor.
11 yıl sonra Milan’ın içinden bir gazeteci
olan Mauro Suma, teknik adam ve tribün ilişkileri konulu bir makale yazıyor.
Tesadüfe bakın ki, örnek Fatih Terim ve Milan’dan ayrılışı. Suma, 2001
yılındaki o derbiyi anlatıyor. Derbinin ertesi günü Milanello’da Cesare
Maldini’ye rastlıyor ve “Gördün mü Terim’i? Curva’yı nasıl peşine taktı.
Taraftar çok seviyor onu. Ne güzel değil mi?” diyor. Baba Maldini ise bu
sevgiden rahatsız. “Milan’da böyle işler olmaz, Milan’a yakışmaz,” diyor. Suma
11 yıl sonra yazdığı o makalede aslında Terim’in İtalya serüveninin nasıl
bittiğini bize söylüyor. “Ben Cesare ile konuştuktan 15 gün sonra Fatih Terim
ile Milan’ın yolları ayrıldı.”
Fatih Terim’in yöneticiler ile arası hiç
bir zaman parlak olmadı. O takım elbiseli kurumsallardan ziyade, eşofmanlı
futbolcusunun, formalı taraftarının yanında oldu. Ekmek yediği oyuna katkı
sağlamak, bu oyundan daha çok insanın ekmek yemesi için fırsatlar yaratmak için
çalıştı. Kendi başına bir okul oldu. Onlarca futbolcu yetiştirdi ve hepsi onun
için aynı yakıştırmayı yaptı, “Baba gibi.” Herkesin bir babaya ihtiyacı vardır bu
hayatta. Hayatı babasından öğrenmiş bir adamın, gün geldiğinde iki kızına baba
olmak kadar bunca insana “Baba” gibi adam olmasının sebebi budur belki de.
Fiorentina ile anlaştığında Galatasaraylı
futbolcu Suat Kaya, ona bir mektup yazmıştı. Mektupta şöyle diyordu:
“Kendimi
dört yıl öncesi ile karşılaştırdığımda, göstermiş olduğum gelişmeye kendim dahi
hayret etmekteyim. Bana ve arkadaşlarıma güvendiniz, güvenmeyi öğrettiniz.
Bizlerin neler yapabileceğini ortaya çıkardınız. Kendi sınırlarımızın nereye
kadar uzandığını sizinle keşfettik. Bize zaman zaman ağabey, zaman zaman gerçek
bir hoca, bazen bir baba, ama en önemlisi her zaman üstün bir lider oldunuz.
Bize verdiğiniz emekleri helal etmenizi ve bizleri unutmamanızı istirham
ediyorum. Zira bizler, sizi hiçbir zaman unutmayacağız.”
Fatih Terim’i başarıya taşıyan belki de en
belirleyici özelliğidir, sınırları aşmak. Öğrencilerine kendi sınırlarını her
zaman zorlamalarını öğreten bir hocanın, önce kendisi bu konuda örnek
olmalıydı. Fiorentina’yla sözleşme
imzalarken bir İtalyan gazeteci, “Dilimizi bilmiyorsunuz, oyuncularla
nasıl iletişim kuracaksınız” diye sordu ve şu cevabı aldı: “Göreve başlamama 52
gün var. O gün geldiğimde, basın toplantısını İtalyanca yapacağım.” İşte bu
sözü veren Terim, İstanbul’da İtalyan Kültür’ün efsane hocası Donatella
Piatti’den her gün saatlerce özel ders aldı. 52 gün sonra Floransa'da İtalyanca
bir basın toplantısı düzenledi. Futbolcularımızın çat pat İngilizce konuşmasına
bile sevinen bizler, Fatih Terim çok kısa sürede bir de İngilizce öğrenip,
konuşunca beğenmedik, burun kıvırdık.
Halbuki gencecik beyinler yabancı dil öğrenmek yerine son model araba
peşinde koşarken, yaşı ilerlemeye başlamış, kafası sorumlulukları ile dolu bir teknik
adamın, iki dil öğrenip basın karşısında konuşmasında yatan özgüveni çok az
kişi görebildi.
Yetmedi, kazandığı her maç sonrası,
galibiyeti “Hoca takımı çok iyi motive ediyor” cümlesine bağladılar. Futbolda
motivasyon tabii ki önemli. Ancak bu işler sadece soyunma odasına girip “aslansınız,
kaplansınız” demekle olmuyordu. Bir Türk dünyaya bedel işleri artık çoktan
geçmişken, futbolda ilk şart önce iyi taktisyen olmak, sonra yeniliklere açık
olmaktı. İşte Fatih Terim’i İtalya’nın Grande’si yapan önce futbol bilgisi ve
taktik yeteneği, sonra öğrenme hırsıydı. İtalya’dan döndüğünde Florya’da sağlık
merkezi yoktu, futbolcular psikologla çalışmıyor, alt yapıya pediatrik eğitim
verilmiyordu. Bütün bunları değiştirdi. O güne kadar sadece bir kulüp doktoru
ile çalışan Galatasaray’da İstanbul Tıp Fakültesi’nde alanında uzman
hekimlerden bir sağlık heyeti oluşturulmasını sağladı. Başarı için karizma da
gerekir. Özellikle zor durumlarda liderler biraz da karizmalarının desteği ile
güçlükleri aşarlar. Giyim kuşamıyla dikkat çekti, entelektüel birikimini
geliştirdi, vücut dili dersleri aldı. Bugün Avrupa arenasında ismi üst
sıralarda geçen bir teknik direktör olmanın, tepeden tırnağa bir marka olmak gerektirdiğini
fark etti ve oldu. Dünyaca ünlü hazırlık kupası Emirates Cup’a takımını götüren
bu adam, oyuncularını uyarmak için çıktığı taç çizgisi kenarında kendisine
doğru gelen topu, bugün İbrahimoviç’in ancak yaptığı “akrep vuruşu” ile sahaya
geri gönderdi. Tribünler bu karizmatik adamı alkışladı.
Lider
seven bir toplumuz. Hep birinin sorunlarımızı çözmesini, bizim adımıza
başarılar kazanmasını isteriz. Ama o lideri eleştirecek bir şeyler de mutlaka buluruz.
Fatih Terim’in de hep egosunun şişkinliği tartışıldı. Yıllarca Manchester
United’ı çalıştıran, Sir Alex Ferguson’un anılarında çok önemli noktalar
var. Mesela genç, şöhret ve çok parası olan insanları yönetmenin zorluğundan
bahsediyor ünlü teknik adam. Ferguson tevazu sahibi olmayan, egosu en az şöhret
oyuncuları kadar fazla olan biri. Ama o egosunu yönetmeyi bildiği için oyuncularına
söz geçirebildi, Sir oldu, şimdi de anıları konuşuluyor. Tıpkı Ferguson gibi,
Fatih Terim de egosu tartışılan biri. Ancak “Hoca zaman içinde çok değişti,
gelişti” diyenlerin adını koyamadıkları şey; Fatih Hoca’nın egosunun esiri
olmaktansa, egosunu yöneten adama dönüştüğüdür. Bu değişimi kendisine sorsanız,
size vereceği cevap, “Ben hiç bir zaman değişmedim sadece yıllar içinde
dönüşüyorum,” olacaktır. İsterseniz siz de sorun.
İnsan
kazandıkça egosu büyür ve onunla birlikte büyüyen kibirden arındıkça gönlü
zenginleşir derler. Tam da öyle oldu. 2012 yılında Ankaragücü öylesine maddi
zorluklarla mücadele ediyordu ki, ıslak formalarını değiştirecek yedekleri bile
tükenmişti. Ligin sonuncusu olarak Galatasaray ile karşılaşıyorlardı. Daha önce
TSYD seminerinde ilk göz ağrısı Ankaragücü için, “Bu yıl çalışmıyor olsaydım,
Hakan Kutlu’ya yardımcılık yapardım,” deyip herkesi duygulandıran Fatih Terim,
Arena’da misafirini saygıyla ağırladı. Rakibini hırpalamamak, daha dengeli bir
mücadele ortaya koymak için yıldız oyuncuların hepsini kenarda oturtup, yedek
ve genç oyuncularla sahaya çıktı. Sadece sportmenliğe değil, vefaya da selam gönderdi.
Tüm bunlar bir Yeşilçam filminde olsaydı ağlayanlar bile çıkabilirdi.
Bugün
geldiği noktada, geçmişine bakıp beğenmediği yanlar bulabilen ve onları tamir
edebilen nadir adamlardan biri Fatih Terim. Herkes başarısını kuvvetli karakter
özelliklerine bağlarken, o her şeyi için eşine teşekkür eden bir sevgili,
kazandığı her kupada tribündeki kızlarına bakıp gözleri dolan bir baba. Avrupa’da
olsa hakkında bugüne kadar en az on kitap yazılmış olan bu cesur adam, şu
sıralar bir kitap yazıyor. Futbola 45 yılını vermiş birinin elbette futbol ile
dolu anıları olacak. Ancak hayatta fena halde futbola benzemez mi? Hiçbir şeyin
tesadüf olmadığını, istikrarda yattığını, hayalleri gerçek kılabilmeyi öğrenmek
için; başarmış birinin tecrübelerinden yararlanmaya hazır mısınız? İkinci bir
Fatih’in çıkması için 500 yıl bekledik. Belki bu sayede üçüncü bir Fatih için o
kadar beklememize gerek kalmaz. Çünkü bakarsınız siz de dönüşürsünüz...