26 Haziran 2015 Cuma

Para var huzur var

Men's Health / Haziran

Silah icat oldu mertlik bozuldu, para futbolun içine girdi oyun bozuldu. Gazozuna yapılan maçlar, toprak sahalar, sokak aralarında atılan çalımlar hepsi eskidendi. Çok eskiden.


Son 20 yılın en büyük klişe laflarından biri endüstriyel futbol. Romantiklere göre, sponsorların, sermayenin, artan bonservis bedellerinin bir sonucu olarak artık dünyayı peşinden sürükleyen bu oyunun tadı kalmadı. Futbola artık bir şov gözüyle bakanlara göre ise, ekonomik gerçeklerin ön plana çıktığı günümüzde, futbolun da buna uyum sağlayıp “yeni kurallarının” olması ve bir iş modeli haline gelmesi gayet normal. Artık amaç oynamaktan çok, futbol şovunu yaratmak, böylece hem alternatif spor dalları hem de eğlence sektörü ile rekabet edebilmek.



Manchester United

Manchester United, futbolun beşiği İngiltere’nin en eski spor kulüplerinden biri. 1991 yılında Londra Borsası’nda halka açılan kulüp, aynı zamanda İngiltere’nin ilk halka açılan futbol kulübü. Kulübün o yıl sattığı 1,2 milyon lotun toplam değeri 28 milyon dolardı. O günlerde kimse, 2003 yılında Malcolm Glazer isimli bir zenginin, kulübü 790 milyon pound’a alacağını tahmin dahi edemezdi. Bugün ise kulübün değerinin yaklaşık 2,5 milyar dolar olduğu öngörülüyor. Kulüp değerine büyük etki eden marka gücünü ise hiç şüphesiz sportif başarı ve David Beckham, Cristiano Ronaldo gibi yıldız futbolcular sağladı, sağlıyor. Özellikle Beckham’a ait üretilen çerezden tutun nevresime kadar her türlü hediyelik eşya, Asya’dan Avrupa’ya kadar pazarlanmış ve kulübe hem gelir hem de popülerlik sağlamıştır.

Sportif başarı ise, kulüp için daha büyük gelir kaynağı sağlar. Çok basit bir denklem, sezon boyunca ligde ne kadar çok puan toplarsanız, yayın gelirinden o oranda fazla bir dilim alırsınız. Eğer bir de Şampiyonlar Ligi gibi turnuvalarda başarı sağlarsanız, o da dilimin üzerindeki krema olur. Sponsorlar kapınızı çalmaya başlar ve neleri pazarlayabildiğinize inanamazsınız. Bu sezon oynanan Manchester United-Arsenal karşılaşmasından tam da buraya uygun bir örnek size:
Old Trafford Stadı’na giden yol sonradan ismi değiştirilerek Matt Busby yolu olmuştur. Bu yolun sonu stada ve kutsal üçlünün heykeline çıkar; George Best, Denis Law, Bobby Charlton. Geçtiğimiz günlerde bir saat markası yüksek bir bedel karşılığı bu heykeli sahiplenmeyi planladığını açıkladı. Bu sezon Arsenal karşılaşmasında, stadyum spikeri tribünlerden Manchester United ailesinin değerli üyesi Suudi Telekom şirketini alkışlamalarını istedi. Bu arada devre arasında ise Amerikan telekomünikasyon şirketinden bir yetkili mikrofonla saha içinde bazı anonslar yapıyordu. Aynı gün maçın program kitapçığında bir fotoğraf kapağı süslüyordu. Yıl 1946, futbolcu bir taraftarla el sıkışıyor. Tamamı siyah beyaz olan resimde sadece kramponlar renklendirilmişti. Yeşil, turuncu florasan renklerle. Sanırım markasını anlamışsınızdır. Aslında o resim bir spor ayakkabı markasının reklamı gibi duruyorken, daha dikkatli gözler için belki de şunu ifade ediyordu:
Artık futbolcu ve taraftarın el sıkışacak kadar birbirine yakın olduğu günler çok eskide kaldı. Araya dev markalar girdi.

Kulüpler ekonomik olarak büyüyüp güçlenirken, taraftarlarla olan bağ zayıflıyor. Eskiden odalarının duvarlarına hayran olduğu futbolcunun posterini asan gençler, şimdi onun yerine kulübün, futbolcunun resimlerinin olduğu nevresimlerde uyuyor. Peki taraftar bu durumdan şikayetçi mi? Bu soruyu önce “hangi tip taraftar?” diye sınırlamak lazım. Çünkü değişen futbol ekonomisi ile birlikte taraftar profili de aynı kalmadı.

2000 yılında Şampiyonlar Ligi grup maçlarında, Manchester United - Dinamo Kiev karşılaşmasından sonra Roy Keane Old Trafford tribünlerine ayar vermişti:

“Sahada olup bitenlerden haberleri yok, futboldan bile anlamıyorlar, pas verirken ya da bizden bir futbolcu sakatlanmış yerde kıvranırken, tribünde bazılarının karidesli sandviçlerini yemelerine uyuz oluyorum. Bunlar taraftar değil. Benim için taraftar deplasmanlarda gördüğüm taraftarlar, onlara "hardcore fan" diyorum ben. İşin asıl kötü tarafı bütün bunlar kimsenin umurunda değil.”

Adam bunları söylediğinde sene 2000’di. Bizim için henüz statlarda çekirdeğin serbest, acıkanlar için tek çarenin stat önündeki köfte ekmek arabasının olduğu dönemin sonlarıydı. Bugün ise hayatımıza giren modern, akıllı statlar ile birlikte Türkiye’de de taraftar profili oldukça değişti. Devre arasında açık büfeden tabağını doldurabilmek adına, 40. dakikada koltuğunu bırakan izleyici, trafiğe kalmamak adına da maçın son 10 dakikasını izlemiyor. Bu gruba taraftar demeye dilim varmadığı için izleyici demeyi tercih ediyorum. Yine de onlar bu değişim rüzgarının en masum kısmı diyebiliriz. Çünkü böyle dev bir endüstride onlar kendini taraftar zannetmeye devam etsin, bu endüstriyi yöneteneler onlara çoktan “müşteri” demeye başladı. Peki kim bu “Big Boss?”



Rus Oligarklar

Geçtiğimiz yıllarda ABD merkezli yayın kuruluşu Bloomberg, Rusya’nın en zengin 20 isminin, Putin yönetiminin koyduğu katı vergi yasalarından paralarını kaçırmak için kullandığı, ülke dışında kaydı bulunan şirketleri derledi. İlk üçe giren isimlerin ortak bir özelliği var; futbol.
Alisher Usmanov, Arsenal kulübünün %15 hissesine sahip. Dmitry Rybolovlev, Monaco kulübünün %66 hissesine sahip. Ancak bu da Rybolovlev’e yetmedi. Cebinden 160 milyon dolar verip, Radamel Falcao, James Rodriguez ve Joao Moutinho’yu kulübe transfer etti. Asıl mesleği kardiyolog olan Rybolovlev, daha popüler ve kuvvetli kulüpler varken, satın almak için neden Monaco’yu seçti acaba diye düşünebilirsiniz. Monaco, her ne kadar Fransa ile sınırlarını paylaşsa da, aslında Fransa’dan bağımsız bir prenslik devleti. Bu da onlara farklı haklar sağlıyor. Örneğin, yıllık ücreti bir milyon avro olan bir futbolcunun vergiler dahil kulübe maliyeti 1.051.223 avro. Ama aynı ligde mücadele eden her hangi bir Fransız takımı aynı oyuncuya 3.190.900 avro ödemek zorunda. Vergiden kurtulmak için oldukça güzel bir ülke Monaco, değil mi?
Rus futbol patronlarının içinde en popüleri hiç şüphesiz Chelsea’nin sahibi Roman Abramovich. Futbola olan düşkünlüğü sadece Chelsea ile sınırlı olmayan Abramovich, kurduğu Abramovich Milli Futbolcu Yetiştirme Akademisi ile dünya ve Rus futboluna ciddi bir katkı da sağlıyor. Birlikte çalıştığı profesyoneller onun için, “Kulübü satın aldığında futboldan anlamayan biriydi,” diyor. Şimdi ise Sporting Lisbon’un 21 yaşındaki defans oyuncusunu tartışabilecek kadar futbola hakim.


Takdir edersiniz ki, böyle devasa büyüyen bir endüstri bir çok işadamının iştahını kabartır. Hal böyle olunca, petrol zengini Arapların da “aniden” futbola ilgi duymasını anlamak lazım.


Arap Baharı

Futbolun nasıl global bir güç olduğunu anlamak için Arap sermayesinin yönüne bakmakta fayda var. Arap şeyhleri petrolden kazandıkları parayı hangi sektöre yatırıyorsa, o alan mutlaka dünyanın yeni çekim alanı haline geliyor. Zamanında İspanya’ya kadar dayanan Arapların şu anda en kuvvetli olduğu yer İngiltere. Premier Lig’de şampiyonluk tadan Manchester City, 2008 yılında Abu Dhabi United Group tarafından satın alınmıştı. Arsenal ise stadının isim hakkını 100 milyon pounda Emirates Hava Yolları’na satmıştı. İngilizler başta görgüsüz diye eleştirdikleri Araplara burun kıvırmış olsalar da, artık neredeyse “Tanrı Şeyhi korusun” diyecek kıvama geldiler.

Arapların yönetimi ele geçirdiği bir başka kulüp ise Paris Saint Germain ya da İbrahimoviçspor. Zlatan’dan sonra kariyeri bitmiş bir David Beckham’ı bile kulübe transfer ettiler. Katar Yatırım Ortaklığı projesi haline gelen PSG, neyse ki sportif anlamda arzu ettiği başarıyı yakaladı, üç sezondur ligi şampiyon bitiriyor.

İspanya (Getafe), İtalya (Roma), Belçika (Lierse,Charleroi), İsviçre (Servette), Portekiz (Beira) gibi daha başka liglerde de yatırımları var Arapların. Bunu sadece kulüp satın almak olarak düşünmeyin, sağladıkları sponsorluklar da oldukça ciddi düzeyde. Real Madrid stadının yenilenmesi için isim hakkı artı “bir miktar para” (500 milyon avro) karşılığında bir Arap şirketiyle anlaştı. Bu ballı anlaşmayı kaçırmak istemeyen kulüp başkanı Perez, görüşmeler sırasında kulüp logosunda bulunan hac işaretini bile kaldırmaya söz verdi. Hala kadınların stadyumda futbol maçı izlemesi yasak olan Arap ülkelerinde, her ne kadar taraftarlıktan çok parayla ilgileri de olsa, bu ilgi onlara 2022 Dünya Kupası’nı düzenleme “fırsatını” dahi verdi. 



Yeni “global” futbol düzeni artık bize geniş bir dünya mozaiği sunuyor. Katarlı bir patron, Brezilyalı bir sportif direktör, Portekizli bir hoca ve dünyanın bir çok farklı yerinden oyuncular. Bir zamanlar yüzyılın yeteneği Maradona, Barcelona’ya 5 milyon avro, Napoli’ye ise 7 milyon avro karşılığında transfer olup iki kere transfer rakamı rekoru kırmıştı. Bugün aynı parayı düşünürseniz, Maradona artık bizim ligde bir Bruma bile etmiyor. Anlayacağınız artık büyük bir yetenek izlemek istiyorsanız, çok daha fazla para harcamanız gerek.


1 Haziran 2015 Pazartesi

Televizyonculuk buz üzerine yazı yazmaktır : Ercan TANER

Bazı sesler vardır, aklınıza kazınır. Bazıları ise hem kalbinize hem aklınıza. Dünyanın en alt liglerinden, en iddiasız maçı anlatması için mikrofonu ona verin, öyle bir anlatır ki; kendinizi el clasico izliyor gibi hissedersiniz. Meslekte 30 yılını aşmış, ama gözlerindeki muzip ve heyecan dolu bakışı hiç solmamış, mikrofona aşık bir adam, Ercan Taner.


Babanız da futbolun içinde bir isimdi, uzun yıllar teknik direktörlük yaptı. Peki siz hiç futbol oynamayı düşündünüz mü?
Ben futbol oynadım. İstanbul Erkek Lisesi’nde İstanbulspor çalışıyordu ve babam da o kulübün teknik direktörüydü. ben de orada yedi yaşımdan itibaren futbol oynamaya başladım. Solaktım önce onu söyleyeyim. Sonra babam Ankaragücü’ne gidince, Ankaragücü’nün yıldız takımında forma giydim. İstanbul’da Vefaspor’da devam ettim. Sonra babam bana şunu söyledi: “İyi oyuncusun, sol ayak iyi ama birinci lig seviyesinde hiç bir zaman olamazsın,” dedi. O zaman ikinci ve üçüncü ligler Türkiye’de şimdiki kadar iş de yapmıyordu. Bunları bana açıkça söylemesi çok iyi oldu. Ben de futbolcu olamayacağım gerçeğiyle yüzleşmiş oldum.

Sonra hiç bu fikrinden vazgeçtiği ya da ben o zaman yanlış düşünmüşüm dediği oldu mu?
Hayır. Mesela oğlumu çok izledi. Onun için biraz üzerine eğilse iyi futbolcu olur derdi. Ama o da okulla birlikte futbolu götüremedi. Aslında Türkiye’de herkesin başındaki problem ya okulu bırakacaksın, ya sporu. Eskiden devam mecburiyeti olmadığı zamanlarda Metinler, Feyyazlar okulları bitirdiler. Ama şimdi devam mecburiyeti var.

Eğitim sistemi sporcu yetiştirmeye pek müsaade etmiyor diyebilir miyiz?
Aynen. Mesela Olimpiyat şampiyonu yetiştirmek istiyorsak artık okulların burs vermesi gerekiyor. Tıpkı Alman ve Amerikan sistemlerindeki gibi. Çok yazık oluyor. Lisenin sonuna gelen çok önemli bir yüzücü ya da basketbolcu bir anda kaybolabiliyor.

Son dönemde her ne kadar basketbol da popüler bir hale gelmiş olsa da ülkenin aslında ana spor dalı futbol. Futbola bu denli endeksli olduğumuz için mi diğer branşlardan ve özellikle olimpiyat ruhundan uzak kaldık?
Ailelerin çocuklarının geleceğini kurtarmak için ister istemez ya eğitime önem vermeleri ya da bari futbolcu olsun daha çabuk para kazanır düşüncesi olimpik ruhu benimsemediğimizi gösteriyor. Eğitim sistemi ile ilgili bir olay bu. Dünyada olimpizm düşüncesi artık 6 yaşında başlıyor. Okullarda kaybetmeyi, kazanmayı ve sporda başarıyı öğretiyorlar. Sonra bu liseye kadar gidiyor. Hala beden eğitimi derslerinde, üniversite sınavına gireceksiniz o yüzden bugün beden hocanız yerine matematik hocanız gelip ders yapacak deniyor. Çocuk için zaten üniversiteyi kazanmak çok önemli çünkü sporcu bursuna teşvik eden bir sistem yok. İşte bu yüzden maalesef olimpiyat şampiyonu çıkaramıyoruz.
Bakın mesela, 14 yaşında Nadia Comaneci Romanya’dan 1976 Montreal Olimpiyatlarında şov yaptı ve bütün dallarda altın madalya kazandı. Düşünsenize Romanya’dan bir kız çocuğu çıkıyor elinde oyuncak ayısı var, bütün madalyaları alıyor. Neden? Çünkü 6 yaşında keşfedilip bu yolda eğitiliyor. Bizim de olimpiyatlarda jimnastikte mesela madalya kazanmamız lazım. Bunun için pilot iller belirledik. Mesela Bolu vardı, ama olmadı. Aykut Kocaman biliyorsunuz eski jimnastikçi. Sahada ki estetik hareketlerini jimnastik sayesinde kazanmıştı.

Yani ülkenin spor politikası ile eğitim politikası ortak bir plan oluşturmalı diyorsunuz.
Tabii, çünkü aileler de karar veremiyor, onları da doğru yönlendirmek lazım. Haklı olarak endişe ediyorlar, ya çocuğum iyi sporcu olamaz, üniversite de başarılı olamazsa ne olacak bu çocuk diye. Bu yönlendirmeyi siz ve ben yapamayız. Bu devletin spor politikası olmalı. Bu konuda artık daha ciddi çalışmalar var. Bu arada ben şuna da karşı değilim, yeri geldiğinde çok iyi bir Türk sporcuya, Amerika daha 12 yaşındayken vatandaşlık ve burs veriyor. Devşirme sporcu gerekiyor, bunu bütün başarılı ülkeler yapıyor. İspanya’nın spordaki en büyük başarısı Olimpiyat kadrosu kurmasıdır. Bu 15 yıllık bir yatırımdır. Bizde de şimdi bu yatırımlar başladı.

Futbol fanatizmi de aynı zaman da olimpiyat ruhunu öldürüyor mu?
Ona fanatizm değil de holiganizm diyelim. Renklerin fanatiği olabilirsiniz ama vurup kırınca holigan oluyorsunuz. Esasında olimpiyat ruhundan çok ayrı bir şey diye düşünüyorum ama holiganizm bir çok şeyi öldürür.



FUTBOL ÜLKESİYİZ DİYORUZ AMA BİR FUTBOL EKOLÜMÜZ YOK

80’lerin sonunda, Türkiye bir buz pateni ülkesi olmamasına rağmen her evde Katarina Witt ve buz pateni yarışları izleniyordu. Demek ki inşalara aslında farklı spor branşlarını izletirseniz ilgiyi yakalıyorsunuz.
Sonrasında yapılmaya tesisleşmeye de çalışıldı ama olmadı. Bak şimdi Türkiye’de basketbola ilgi 70’lerin sonunda TRT’de Beyaz Gölge diye bir diziyle başladı. Ondan evvel sokaklarda çocuklar kendi potalarını kendi yaparken, bu diziyle beraber belediyeler sokaklara basketbol potaları yapmaya başladılar. Rahmetli dayım Zagreb’li. O zaman adı Yugoslavya idi. 10 yaşında ilk oraya gittiğimde bir çok yerde kapalı-açık havuz, her sokakta basketbol sahası görmüştüm, ağzım açık kalmıştı. O zamanlar bizim Türk filmlerine açın bakın havuzların rengi yeşildir. Temizlenmez çünkü. Ama Yugoslavya’da o dönemde bir çok çocuğun basketbol oynadığını, yüzdüğünü şaşkınlıkla izlemiştim. Yıl 1974’tü. İşte oradan Dünya Şampiyonu oldular. İyi futbolcular da çıktı. Şimdi bize dönelim. Biz futbol ülkesiyiz diyoruz ama Türk futbol ekolü diyebileceğimiz bir şey yok ortada. Çeklerin ekolü var. İngilizlerin ekolü vardır hatta şu an federasyonda, yabancı sınırlaması getirip İngiliz ekolünü canlandırma gündemlerinde. Alman ekolü vardı, değiştirdiler. Eski ekolleri tamamen kondisyon, fizik ve ezmeye yönelik iken şimdi naif oyuncular üzerinden yine fizik kondisyonu yüksek bir takım oyunu ortaya koyuyorlar. Ama bizim böyle tanımlayabileceğimiz bir ekolümüz yok ki. Bu yüzden de başarılı olamıyoruz.

Peki ülkede uzun yıllardır futbol oynanıyor, neden hala bir ekol yok?
Daha önceleri de kulüp düzeyinde futbol var ama futbolda ciddi anlamda ilk maçımız 1923 Romanya 2-2. Bizde öyle bir duygu var ki, hemen üste, yukarı seviyelere çıkmak istiyoruz. Alt yapıya önem veremiyoruz. O seviyede çalışan hocaların gelirleri çok düşük. Ya da eski oyuncumuz gelsin takımın başında dursun diyoruz. Bu mantıkla ekol elde edemezsiniz. Bir ekol nasıl elde edilir? Önce biyolojik yapıya bakacaksınız. O yapıya uygun sistemi ortaya çıkaracaksınız ve o sistemle birlikte bir ekole doğru gideceksiniz. Yani kısa paslı mı, bireysel anlamda yetenekli mi, kuvvete mi dayalı. Önce bunlara bir karar verelim. Yoksa hepsini birden konuştuğumuzda çorba oluyor, ortaya hiç bir şey çıkmıyor. O yüzden de bizim için “Türkler şöyle oynuyor” değil de “Türkler çok iyi mücadele etti” diyorlar. Bir de tabii ki artık arsa futbolu yok. Şunu kabul etmemiz lazım halı sahada yetenekli oyuncu yetişmez.

Tarihe çok meraklısınız biliyorum. Neden tarih değil de spor?
7-8 yaşlarında Halit Ağabey’i dinleyip maç anlatıyordum. İstanbul’da TRT’nin sınavı açıldı. Annem kazanırsın diye çok yüreklendirdi ama ben hiç kazanacağımı tahmin etmiyordum. Sınava girdim çıktım, bana “Ne olmak istiyorsun?” diye sordular, dedim “Spor spikeri.” Sonra Ankara’da ikinci sınava çağırdılar. Sonra bir sınav daha. Ondan sonra psikoloji, pedagoji dersleri. Daha sonra müthiş bir fiziksel muayene, psikiyatrik muayene dahil. Sonra bir güvenlik soruşturması. En son bir yazı geldi, “Stajyer olarak kabul edildiniz.” Bizi mutfaktan yetiştirdiler. Röportaj yapmak için ders aldım. Program nasıl yapılır biliyorum. Bunun adı BBC eğitimidir. İki yıl sonra da asil olarak göreve başladım. O dönem TRT’de çalışmak kolay değildi. Orası bir devlet kurumu ve devlet bu işe “Ben sana mikrofon emanet ediyorum,” diye bakıyordu.

Siz bugün NTV’de nasıl spiker yetiştiriyorsunuz?
Ben yeni başlayana arkadaşlara genelde haber yazmaları, kendi yazdıkları haberi montajlamaları, metin değerlendirme, okuma, röportaj yapma, kayıt nasıl alınır hep söylemeye çalışırım. Bunun dışında da her türlü yardımı yapmaya çalışırım. Ama yeri geldiğinde de “Sen bu işle uğraşma,” da derim.

Peki hangisi? Televizyonda maç anlatmak mı, radyoda maç anlatmak mı?
Bir kere radyodan maç anlatamayan televizyondan maç anlatamaz. Önce radyodan o yayını götürebileceksiniz.



SPİKERLİKTE TORPİL OLMAZ

Burada genç spikerlere böyle bir test yapıyor musunuz? “Hadi rastgele bir maçı radyodan anlatıyormuşsun gibi anlat bize,” diye.
Enteresan bir şey sordunuz çünkü bu benim sınav sorumdu. “Bize dışarıda ne oluyor anlat,” demişlerdi. Amaç teklemeden anlatabilmekti. Son derece basit bir soru gibi görünüyor. Ama dışarı bakıp bir çırpıda simitçi var, taksi geldi, havaya bakıyorum gökyüzünde bulutlar dolaşıyor yağmur yağacak diye duraksamadan anlatabilmek aslında pek de kolay bir şey değil. Sonra da “Kendi kendine maç anlat,” dediler. Yani önümde açık bir maç olmadan kafamdan rastgele bir maçı anlatmamı istediler. Bunları hem radyo hem televizyon için yaptılar. Aslına bakarsanız spikerlikte torpil yoktur. Bize hocalarımız derdi ki, “Ben sana bu sınavı kazandırmak isterim ama kazandıramam kusura bakma çünkü yayında patlarsın,” derlerdi. Aynen öyle.

Neden spor müsabakası anlatan kadın spiker yok?
Yüzme anlatan var. Bir arkadaşımız vardı TRT’de anlatmak istiyordu, kendisine şans da verildi, olmadı. Dünyada da olmuyor. Bak şimdi sen sorunca takıldı kafama neden yok diye. Kadınlar arasındaki maçları bile erkekler anlatıyor. Kulağa yerleşmiş sesler var, ondan vazgeçmek istemedikleri için belki de.

Diyelim ben maç anlatmak istiyorum, ne yapmalıyım?
Bir kere sportif entelektüel yapınızın çok iyi olması lazım. Mesela şunu bilmeniz lazım, 1974 Dünya Kupası’nda 1142 dakikadır gol yemeyen Dino Zoff’a Haitili Sanon’un gol attığını bilmeli. Gordon Banks’in 1971’de bir gözünün kör olması sebebiyle kalecilikten kopması, Macar futbolunun Macaristan’daki iç savaş nedeniyle hala kendine gelememesi ve o ülkeden giden futbolcuların İspanya’da forma giyip efsane olması, Olga Korbut’un SSCB’nin yetiştirdiği gelmiş geçmiş en büyük jimnastikçi olduğunu, Christopher Dean ve Jayne Torvill ikilisinin buz dansında unutulmaz bir çift olduğunu hep bilmesi lazım. Bir de oyunun kurallarını bilmesi gerekiyor. Futbol çok basit bir oyundur. 17 tane kuralı vardır, onları mutlaka bilmesi lazım. Mesela ben spiker olmak istiyorum diye gelen bir adama, top kaç kilo diye sorarım.

Sizin spikerlikte en beğendiğiniz ekol hangisi?
İngilizlerin bazılarının anlatımını çok beğenirim. Ama çok konuşulması taraftarı değilim.

Günümüzde iki tip yaklaşım var. Biri daha çok istatistik bilgi paylaşarak anlatan diğeri ise daha doğal anlatım. Siz hangisini tercih ediyorsunuz?
Ben doğal anlatımı tercih ederim. İstatistiği verebilirsiniz. Mesela Real Madrid’in 9-1 yendiği maçta, Cristiano Ronaldo 5 gol atıp tarihe geçiyorsa, bunu o anda söyleyebilirsiniz. Ama maç oynanıyor, top ceza sahasına yakın bir yerde, Mustafa topla buluşuyor. O anda Mustafa 1.70 boyunda, geçen sene de yine bu statta sol kanatta böyle bir topu kesti dediğin anda seyirci sana sinirlenir. Çünkü seyirci şöyle izliyor maçı, ya gol atacağız, ya gol yiyeceğiz. Tarafsız bir seyirci maç izlemez ki, mutlaka bir tarafı tutmaktadır. Zevk için Avrupa’dan da maç izleyenler bile maç başladıktan sonra mutlaka bir tarafı destekler.



MAÇ ANLATIRKEN FUTBOLCUNUN AİLESİNİ DE DÜŞÜNECEKSİNİZ

Maç spikeri anlatım esnasında yorum katmalı mı?
Bence katabilir. Misal, “sol kanatta bu 4. pas hatası, o kanatta problem var, işlemiyor, oyuncu değişikliği gerekiyor,” diyebilmeli. Anelka’nın Ali Güneş’i bitirdiği pozisyonlar var. O zamanlar yayında bunu söyledim. Ya da Fenerbahçe’nin Galatasaray’ı 4-0 yendiği bir maç var. Ya da “Galatasaray’ın iki savunması, Fenerbahçe’nin kanatları karşısında daha 10. dakikada çok etkisiz kalacağı görüntüsü vermeye başladı,” da dedim. Ama yorum yapmanın da bir adabı var. Bu iki savunmadan hiç bir şey olmaz demek ayrı, bahsettiğim şekilde söylemek ayrı. Maç anlatırken insanları düşüneceksiniz. Eğer radyodan maç anlatıyorsanız, bir oyuncu sakatlandığı zaman adam felaket bir durumda olsa bile, o maçı dinleyen bir ailesi olduğunu düşünüp sakin, alıştıra alıştıra anlatacaksınız.

Siz anlatacağınız bir maça nasıl hazırlanıyorsunuz?
Maça kullanmayacağım kadar çok bilgi ile giderim. Maça yakın saatlerde çok ağır şeyler yemem. Bol kahve içerim. Maçtan bir gün önce hazırlığım zaten bitmiştir, başka şeylerle kafamı dağıtırım, film izlerim. Önce o maçı bir unuturum. Maç günü de notlarıma tekrar bakarım. Stada dört saat öncesinde giderim. Stada tepeden bir bakarım. Kameramanlarla, yönetmenle sohbet ederim. Bir saat öncesinde de hazırlanmaya başlarım.

En rahat maç anlattığınız stad hangisiydi?
1984 Wembley’de FA Cup finali en rahat anlattığım maçlardan biriydi. Liverpool Beşiktaş maçı da yine Anfield’de çok severek anlattığım maçtı. Sahanın içinde gibiydim. Biz spikerler çok severiz maç anlatırken sahaya yakın bir noktada olmayı. Olimpiyat Stadı’nın en büyük problemlerinden biri bu. İnişe geçen pilot gibi görüyorsunuz sahayı. Ali Sami Yen çok güzeldi. Yine Şükrü Saraçoğlu da bir spiker için çalışması rahat statlardan biri.

Stattan maç anlatmak ve stüdyodan maç anlatmayı karşılaştırırsanız ne gibi zorlukları var?
Stüdyoda maç anlatırken siz ne görüyorsanız biz onu sadece iki saniye daha önce görüyoruz. Bir de yönetmen ne veriyorsa onu görüyorum, topsuz alanı göremiyorum. Maç başlayıp 15 dakika geçtikten sonra orta alanda olanlarla ilgili artık tecrübeyle bir şeyler söyleyebiliyorum, ama statta maç anlatırken daha ilk dakikada her şeyi görüp söyleyebilirsiniz.

45 dakika boyunca sahanın içi var, topsuz alan var, yedek kulübesi var, tribün var. bu süre boyunca konsantrasyonu yüksek tutup bütün bunlara aynı anda nasıl hakim olabiliyorsunuz?
Hiç bir şey düşünmem. Stadın dışında alevler çıksın o bile dikkatimi dağıtmaz. Öyle bir konsantrasyon gerekiyor.

Bu mesleğin en büyük zorluğu ne?
Her zaman en iyisini göstermek zorundasınız. Hep hazır olmanız lazım. Hiç hata yapmamanız lazım.



MİKROFONLA ŞAKA OLMAZ

15-20 yıl önceki Ercan Taner ile bugünkü arasında ne fark var?
Ercan Taner heyecanından hiç bir şey kaybetmedi ama kendimi biraz daha rahat görüyorum. Mikrofonu her zaman arkadaşım gibi gördüm ama bana her zaman ihanet edebilecek bir arkadaş gibi. Mikrofonla şaka yapılmaz. Esasında pek bir şey değişmedi. Fenerbahçe’nin galip geldiği 4-3’lük bir Galatasaray maçı ile başlamıştım. O zamanlar sanki henüz bir maç anlatım stilim oturmamıştı, şimdi artık benim bir anlatım ekolüm var.

Çocukluğunuza dair en güzel anınız ne?
Babam Ankaragücü teknik direktörüydü, ben de ilkokul yaşlarındayım. O zamanlar her şey serbestti ya, ben de yedek kulübesinde oturuyorum babamın yanında. Ankaragücü 1 Bursaspor 0. O sene kupayı aldı Ankaragücü. Son saniyeler, Tezcan nefis bir kafa vurdu, top kaleciyi geçti. Ankaragücü’nde Sarı Mehmet vardı, uçarak topu kornere attı. Gol olsa Ankaragücü eleniyor, Bursaspor finale yükseliyor. Babama dedim ki “Gol olsa ortalık acayip şenlenirdi değil mi?” dedim. O da bana sakince bir küfür salladı.

Medya için ateşten bir gömlek denir, doğru mu?
Kesinlikle doğru. Sevgi, saygı sportif alan da var ama gelin görün ki bir de işin sosyal medya tarafı var. İnsanların çok fazla sosyal medyadan etkilendiği kanaatindeyim. Bir ara ben de twitter kullanıyordum. Artık aktif değilim, büyük bir zaman kaybı olduğunu düşünüyorum. Tabii ki faydaları da var. Mesela dünya haberciliğinde twitter çağ atlatmıştır. Bir olay olduğu anda 40 saniye içinde haberdar oluyor olmanız müthiş bir olay. Ama bunun için profesyonel ajans ve gazetecileri takip ediyor olmanız gerekiyor.

Artık maçı sadece twitterdan takip edip, maçın mavrasını oradan yapan bir grup da oluştu. Bunlar için ne düşünüyorsunuz?
Gözlerine yazık ediyorlar. Hakemden oyuncuya herkese söyleniliyor orada. Sonra iki saat geçiyor, unutuluyor. Eski bir televizyoncu “Televizyonculuk buz üzerine yazı yazmaktır,” demişti. Mükemmel bir yazı yazabilirsiniz ama ertesi gün gelip baktığınızda hiç bir şey yok. İşte twitterda da öyle mavralar yapılıyor, iki saat sonra gidiyor. Kendinizi kaptırırsanız mesleği direkt etkileyebilir, o yüzden kesinlikle etkilenmemek lazım.

Meslekte kırdığınız en büyük pot ne oldu?
1984 Los Angeles Olimpiyatları’nda biz daha çaylaktık. Tansu Polatkan güreş anlatırken ses kesildi. İsviçreli ve Yunan güreşçiler var. Gir anlat dediler bana. Esmer olan Yunandır dedim kendi kendime. Sarışın da İsviçrelidir diye düşündüm. Tam tersi çıktı. Akşam yemeğe gittik. Yeşilçam’dan da bir yönetmen ağabeyimiz var. bana “Güreşi seyrettin mi? Spiker nasıl yayını paramparça etti,” dedi. Dedim “Abi, o bendim.” Bu sefer ne yapsın adam “Bak esasında fena değildi,” dedi. Sonra mizah dergilerinde karikatürümü falan yapmışlardı.
Bir keresinde de Hakan Ünsal ile maç anlatıyoruz. Adamla yan yanayız. Ergün topla buluştu. Ağzımdan Hakan çıktı, “Hakan ve taç,” dedim. Hakan’la birbirimize baktık, o zaten gülmeye başladı. Sonra ben de güldüm yapacak bir şey yok.

Keşke ben anlatsaydım dediğiniz bir maç var mı?
O kadar ateşli ve hırslı olmadım hiç bir zaman. Babamın bana bir öğüdü vardır: “Çok fazla hırs iyi değildir çatlarsın,” diye. Zaten çok büyük maçlar anlattım çok şükür.

Bugün beğendiğiniz yorumcular kimler?
Rıdvan Dilmen futbolu çok iyi bilir. Metin Tekin yine öyle. Metin çok eski arkadaşımdır. Babamın Beşiktaş’ta olduğu dönemde Metinle biz kamptaydık, ikimiz de 18 yaşındaydık, o zaman tanışmıştık. Bir de yorumcu olarak Sergen Yalçın da mükemmeldir. Sergen maçı 15 dakika izlesin, maçı şu takım kazanacak diye söyler ve dediği çıkar. Futbolu o kadar iyi okur.

Hiç sinema ya da farklı projelerde seslendirme teklifi geldi mi?
Konsol oyunları için gelmişti. O dönem Türkiye bir kriz yaşadı, yarıda kaldı. Onun dışında reklam zaten yapıyorum. Yeni çevrilen Hababam Sınıfı serilerinden birinde yine seslendirme yaptım. Bir kaç filme daha yaptım. Bir gece Sinan Çetin aradı, gelebilir misin diye. Kıramadım, gittim. Bir görüntü izletti, bana bunu anlatır mısın dedi. Anlattım. Tamam süper oldu dedi, o da öyle kullandı.

Diyelim mikrofonu bırakmaya karar verdiniz son maçınızı anlatıyorsunuz? Son dakikadasınız, kapanışı nasıl yaparsınız?
Allah korusun. Ben mikrofonu bırakmayacağım, kapanış olmaz. Spikerler ölünce meslek biter.

Bir öfke ya da kırgınlık sonucu küsüp mesleği bırakmayı hiç düşündüğünüz oldu mu?
Çok sinirlendiğim oldu. Volkan’ın hamlesi dediğimde bana bir linç kampanyası yaptılar. Hala onun niye yapıldığını anlayamıyorum. Çok üzüldüm ama bırakmayı hiç düşünmedim.

80’li yılların en unutulmazı futbolcular sakatlandığında ya da hakeme itiraz anında muhabirlerin sahanın içine girip röportaj yapması. O dönemle ilgili bir anınız var mı?
Orada öncülüğü Ender Asman yaptı. Ondan sonra da ben, Levent Özçelik, Fuat Akdağ yaptık. Biz o zaman futbolcularla zaten arkadaştık. Beraber yemek yemeye giderdik, gerginlik yoktu. Bir maçta Sadık Dede penaltı verdi. Kadıköy’de Beşiktaş-Trabzonspor oynuyor. Kameramana dedim ki “Yürü koşuyoruz.” O sırada saha içinde itirazlar var. Biz itirazları çekiyoruz, mikrofon uzatıyoruz, hakem bir döndü “Sen ne yapıyorsun burada,” dedi. “Çekiyoruz,” dedim. Sadık Dede kızmıştı, “Tamam çek de biraz ayıp olmuyor mu,” diyerek. Bir gün yine başka büyük bir maç. Top kornere gitti. İsmini söylemeyeceğim bir futbolcu geldi hakeme küfür etti. Hakem de kırmızı kart gösterdi. Ben de hemen mikrofonla oyuncunun yanına gittim. Hakeme ne söylediğini sordum, halbuki biliyorum küfür ettiğini. Karşımda yumuşamış, o anı hatırlamayan bir futbolcu vardı. O anda futbolda öfke kontrolünün ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anladım.

Bugün maç esnasında saha içi röportajları yapılsa, bütün bu gerginlikleri biraz da olsa azaltır mı?
Bu ortamda nasıl olacak, olmaz gibi geliyor. Eskiden derbi maç bile olsa hakemler maç öncesi son toplantılarına bizi alırlardı. Biz de röportaj yapardık. Keşke olsa, maçların bütün o gerginliğini kıran sempatik görüntüler de ortaya çıkar aslında, ama nasıl olacak söylesenize?




En sevdiğiniz kelime
Sevgi
Nefret ettiğiniz kelime
Savaş
Heyecanınızı ne öldürür
İkiyüzlülük
Hangi meleği yapmak istemezsiniz
Doktor
Hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz
Çok iyi gitar çalmak isterdim
Kendiniz olmasaydınız kim olmak isterdiniz
Astronot
En önemli kusurunuz ne
Çabuk sinirleniyorum
Kahramanınız kim
Karım
Size en fazla keyif veren kötü huyunuz ne
Bazen gece dörde kadar film izliyorum. Ertesi gün sonra o kadar zor geçiyor ki.
Hayat felsefenizi hangi slogan özetler
Ne olursa olsun her şeyden önce barış. İnsanlar birbirlerini dinlemeli, anlamalı
Mutsuzluğun tanımı ne
Alçaklık
Nerede yaşamak isterdiniz
İstanbul Sarıyer. Boğaz’ı çok seviyorum.



Proust anketi. Marcel Proust’a saygıyla...

Öyle bir geçer zaman ki

Ne demiş şair “Yaş otuz beş yolun yarısı,” halbuki futbolcular için öyle mi? Profesyonel bir futbolcunun kariyerinin son demleri neredeyse o yaşlara denk geliyor. İnsan hayatının en verimli, en olgun ve tecrübeli olduğu yaşlarda aktif iş hayatına veda etmek zorunda kalan bu adamlar, yolun kalan yarısında hayata ne yaparak devam ediyor?


35 yaşında, cebinizde hatırı sayılır miktarda para ile işsiz kaldığınızı düşünsenize, ne yapardınız? Futbolcular için belki de en kritik sorudur bu. Bir çoğu  emekli olunca ya saha kenarında teknik adam ya da televizyon ekranlarında yorumcu olarak yola devam ediyor. Çok azı farklı meslek gruplarında ya da ticarette şansını deniyor ve yine bu azınlığın küçük bir kısmı başarılı oluyor. Çalıştığı dönemde parayı eve, arsaya yatıranlar karınca misali, emeklilikte bunları değerlendiriyor. Profesyonel Futbol Birliği’nin (PFA) yaptığı açıklamaya göre ortalama bir Premier Lig oyuncusu haftada 25 bin ile 35 bin sterlin arasında kazanıyor. Ancak üst seviyede futbol oynayarak geçen süre bir futbolcu için sekiz yıl. Yani her ne kadar kağıt üzerinde bu adamlar çok para kazanıyor gibi gözükse de hem ödedikleri vergiler, hem de çalıştıkları kısıtlı süre düşünüldüğünde durum aslında o kadar da cazip değil.

İngiltere’de her beş futbolcudan ikisi emekliliğinde iflas noktasına geliyor. Liverpool’un eski golcüsü Robbie Fowler futbolu bırakıp bugün 28 milyon sterlin değerinde bir emlak şirketi kurabiliyorken, Aston Villa orta sahasından hatırlayacağınız Lee Hendrie futbolu bırakırken sahip olduğu 10 milyon sterlinlik mal varlığına rağmen 2012 yılında iflas ettiğini açıklıyor. Bu konuda İngiltere’de profesyonel futbolculara finansal danışmanlık sağlayan bir çok şirket var. Özellikle kariyerinin zirvesindeki futbolculara emeklilik dönemleri için alternatif gelir kaynakları ve iş olanakları sağlayacak haritalar hazırlayıp çeşitli eğitim fırsatları sunuyorlar. Yaşamlarının yarısını futbolla geçiren bu adamların sadece küçük bir kısmı, futbol topu dışında da başarılı işler yapabiliyor.


Köfteci Hodziç
Ünlü futbolcuların futbolu bıraktıktan sonra işletme sektörüne girip bir yer açması aslında oldukça cazip. 80’li yıllarda Türk futbolunun en büyük ithal kapısı Yugoslavya’ydı. Galatasaray forması giymiş ve Fenerbahçe’ye attığı goller ile taraftarın sevgilisi olmuş, ligimizin ilk yabancı gol kralı Tarık Hodziç de futbolu bıraktıktan sonra Saraybosna’ya dönmüş ve şehrin meşhur çarşısı Baş Çarşı’da Galatasaray adında köfteci dükkanı açmıştı. Bildik şark usulü iskemleler, siniler, kilimlerle donatılmış, küçük ama şirin bir kebapçı burası. Bugün dükkan sadece Boşnakların değil, şehre gelen turistlerin de uğrak noktası.



92 Kuşağı
Manchester United’ın nam-ı diğer 92 kuşağının yıldızları yani Ryan Giggs, Paul Scholes, Neville kardeşler ve Nicky Butt bir araya gelip, 24 milyon sterlin harcayarak geçtiğimiz günlerde ortak bir projeye imza attılar; Hotel Football. Old Trafford Stadı’nın hemen yanında 133 odalı bu otelde, adından da anlaşılacağı gibi her şey futbol üzerine kurulu. Çatı teras futbol sahası olarak düzenlenmiş. Şimdiden futbol fanatiği 7 çift bu terasta düğün için rezervasyon yaptırmış bile. Maç günleri ise bu teras daha renkli çünkü taraftarlar 40 sterlin karşılığında burada barbekü partisine katılıp sonra maça gidebilecekler. Eğer bütçeniz daha fazlasına müsaade ediyorsa o zaman 145 sterlin vererek, ünlü şef Michael Wignall’in hazırladığı menüyü tadıp, maçı izleyip ardından, otelin meşhur sahiplerinden biriyle karşılıklı oturup maç analizini dinleyebileceksiniz. İnsan haliyle hemen böyle bir otelin oda fiyatlarını merak ediyor. Maç günleri 240 sterlin, diğer günler için ise 90 sterlin. İçinizden yok artık diye geçiriyor olabilirsiniz ama bu sezon tüm maç günleri için otel şimdiden rezervasyonları doldurmuş bile. Merak edenlerin yapacağı şey basit, yeni sezon için şimdiden para biriktirmeye başlamak.


3-2-1 Kayıt
Futbolcuyken göz önünde olup, emekliliğe ayrılınca şan şöhretten uzak kalamayan ve soluğu sinemada alan futbolcular da var. Bunların başında ise Kraliçe Elizabeth filmi ile büyük başarı gösteren Eric Cantona geliyor. Vinnie Jones, Nicolas Anelka ve Frank Leboeuf ise yine şansını beyaz perdede deneyen futbolcular. Sinemanın Ballon d’Or’u sayılan Oscar’a aday olmuş henüz hiç bir futbolcu yok. Ama ilerleyen günler ne gösterir bilinmez.


Şarap ve Futbol
Daha kramponlarını asmadan emekliliğe hazırlanan futbolcular da var. Andrés İniesta ve Andrea Pirlo yeşil sahalardan şarap mahzenlerine transfer olalı çok oluyor. İniesta doğup büyüdüğü Fuentealbilla’da şarap üretimi yapıyor. Piyasaya sürdüğü şaraplar için 9 milyon avro yatıran futbolcu, yılda 700 bin şişe şarap üretiyor. İspanya dışında Almanya, İngiltere ve Japonya’da da satılan şarapların ortalama fiyatı ise 40 avro. Şişelerde İniesta’ya ait hiç bir iz yok, sebebi ise futbolcunun ününün şarapların önüne geçmemesi. Çünkü şaraplar da en az yeşil sahaların yıldızı kadar yıldız. Öyle ki 2012 yılında Madrid ve Brüksel’de düzenlenen şarap yarışmalarında ödül bile aldılar. Pirlo ise henüz yolun başında. Kuzey İtalya’nın güzel şehri Brescia’daki bağlarından yılda 20 bin şişe şarap üretiyor. Pirlo’nun firmasının gözdesi ise kırmızı şarapları. Şarap ve futbol işbirliği sadece bu iki futbolcu ile sınırlı sanmayın. Jean Tigana Bordaeux Haut-Medoc’da bir şatoya sahip, Inter’de forma giyen Brezilya Milli Takımı’nın orta saha oyuncusu Hernanes ise kurs görmüş bir tadım ustası. Yine Miroslav Klose, Paolo Rossi, David Ginola, Nils Liedholm ise şarap işine el atmış futbolcular.


Markalaşanlar
Daha futbolcuyken geleceğe yatırım yapan futbolcular listesine hiç şüphesiz David Beckham birinci sıradan girer. Yıldız futbolcunun yaptığı evlilikle birlikte şov dünyasına girişi, kendi markasını yaratması, Amerika’da futbol kulübü satın alması ve futbol kariyeri bitmiş olmasına rağmen devam eden sponsorluk ve reklam gelirleri ile yola sağlam devam ediyor.
Rio Ferdinand da benzer bir kariyer planı oluşturmuş bile. “#5” ismindeki online spor ve yaşam temalı dergisi, yine aynı isimdeki erkek giyim koleksiyonu ve Manchester’da açtığı Rosso isimli İtalyan restorantı ile şimdiden geleceğini garanti altına almış futbolculardan.

Bugün yeşil sahalarda bu ikiliyi en yakından izleyen isim Cristiano Ronaldo. Top toplayıcı bir çocukken 5 avro kazanan Ronaldo’ya bugün kulübü Real Madrid’in biçtiği para 1 milyar avro. Forbes dergisinin 2014 raporuna göre yıldız futbolcu bir yılda kulübünden aldığı sezon başına ücret, bonuslar ve sponsor gelirleri ile 70 milyon dolar kazandı. Sponsor deyip geçmeyin, Nike, Coca Cola, Castrol, Konami, Motorola, Jacop&Co, KFC, Fly Emirates, Herbalife ve Tag Heuer gibi markalardan bahsediyoruz. Bir bu kadarı da kapıda bekliyor. O da Beckham gibi kendi markasını çoktan yarattı, CR7. Sizce emekli olmuş bir Cristiano Ronaldo teknik direktör olarak mı yola devam eder yoksa reklam, moda, sinema gibi bambaşka bir alanda mı? Cevap şu an için çok uzak. Ancak şan, şöhret ve ilgiden uzak kalamayacağı çok açık.