26 Aralık 2016 Pazartesi

TELLİOĞULLARI & SEFEROĞULLARI



Rekabetin tarihçesine ulaşmak neredeyse imkansız gibi. İnsanoğlu var olduğundan bu yana hep bir şeylerle rekabet halinde. Doğayla, hayvanlarla, karşı cinsiyle, hem cinsiyle… Ama olaya bir spor müsabakasına ilk büyük rekabet, diğer adıyla derbi ne zaman girdi diye bakacak olursak, tarih bizi Osmanlılara’a, eski İstanbul spor merkezi olan Sultanahmet meydanına götürüyor. Yıldırım Bayezid’in oğlu Çelebi Mehmet, babası ve Timur arasındaki Ankara Savaşı’na katılmış, babasının da esir düştüğü bu savaştan büyük dersler çıkarmıştı. Hani Osmanlı’da meşhur Fetret Devri’ni başlatan savaş. Bayezid’in ölümüyle taht kavgasına düşen Osmanlı’da, Çelebi Mehmet 200 süvariyle Amasya’ya çekilmiş, onları eğitmeye başlamıştı. Bunların bir kısmı kendi adına diğerleri oğlu Murad adına talim yapıyordu. Kendi adına yapanlar Amasya’nın bamyası meşhur olduğu için Bamyacılar, oğlu adına yapanlar ise Merzifon’un lahanası meşhur olduğu için Lahanacılar adını aldı. Bu iki takım başta talim amacıyla lakin daha sonraları özel günlerde de ciritten, güreş, okçuluğa kadar bir çok müsabaka yaptı. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldıktan sonra, onun huzurunda Sultanahmet meydanında, tezahüratlar eşliğinde bu yarışlar devam etti. Bugün hala meydandaki bir çok tarihi eserde, Lahancılar ve Bamyacılar’a ait figürlere rastlamak mümkün, sadece biraz daha dikkatli bakın.

Futbolun Beşiği İngiltere

Futbol topunun hayatımıza girmesiyle beraber, rekabetin yeşil sahalara girişi de Birleşik Krallık’ta oldu. Old Firm Derby (Eski Sert Derbi) adıyla da bilinen Celtic - Glasgow Rangers maçında şiddet görüntüleri hiç eksik olmaz, nefret adeta ekranlardan taşar. Şiddet deyince sizin aklınızdan ne geçti bilmiyorum lakin gözünüzde canlandırmanız için küçük bir noktaya vurgu yapmak isterim. 1975’te oynanan bir Old Firm maçından sonra “iki cinayet girişimi, iki satırlı saldırı, bir baltalı saldırı, dokuz bıçaklama, otuz beş dayak olayı” kayıtlara geçmiş. Baltayı nereden bulmuşlar ben de bilmiyorum. İlk kez 1888 yılında karşı karşıya gelmişler, tevellütü de bir hayli eski yani. Rangers, Protestan inanca sahip İskoçların temsilcisiyken, Celtic -adı üstünde Kelt- İrlandalı köklerine bağlı Katoliklerin takımı. Tarihte bir takımdan diğerine doğrudan transfer olan futbolcu sayısı sadece yedi. En sonuncusu da 1918’de transfer olmuş. İnsan haliyle burada Tanju Çolak, Emre Belözoğlu, Sergen Yalçın, Tümer Metin’i anmadan geçemiyor. Taraftarın kulübe bağlılığı da dünyanın diğer yerlerinden biraz daha farklı. O kadar çok Rangers taraftarı ölünce küllerinin Ibrox Stadı’na serpiştirilmesini istiyor ki; kulüp çareyi bu uygulamayı yasaklamakta buluyor. Zira artık ölü taraftar külünden stadın belli yerlerinde çimler görünmüyormuş. 

İngiliz taraftarların dünyada bir benzeri daha yoktur. Futbol tarihinin de sayıca en kalabalık derbi karşılaşmalarına yine burası ev sahipliği yapar, Londra, Manchester, Liverpool. Matematik dersine, permütasyon kombinasyon konusuna hızlı bir flash back yaparsak, sadece Londra’da sezon boyunca 20 derbi oynanır. Derbi tanımını aynı iki şehrin takımları arasındaki karşılaşma klişesinden çıkarırsak eğer, stadlarının arasındaki mesafe sadece 53 km olan, Liverpool ve Manchester United arasındaki mücadeleyi İngiltere’nin en önemli derbilerinin başında sayabiliriz. Bu mücadele futbolun çok ötesinde iki şehrin, ekonomik, sosyal ve müzik alanındaki de çekişmesidir. Hangi tarafın daha “Kırmızı” olduğunun kavgasıdır. Bir tarafta Beatles diğer tarafta Smiths, bir yanda Liverpool Limanı, diğer yanda Manchester Kanalı, Scouser aksanı ve karşısında Mancunian aksanı ve son olarak bir yanda Bill Shankly diğer yanda Matt Busby. Ülke sınırları dışından bir futbolsever olarak taraf seçmek oldukça zor. Alkollü taraftarların olay çıkarmasını engellemek amacıyla son yıllarda karşılaşma öğle saatlerinde oynanmasına rağmen gerginliğin eksik olmadığı bir derbi. Yüzyıllar önce başlayan sanayi devriminde kimin lider olduğunu hala ispat etmek istercesine bir rekabet vardır aralarında. Geçtiğimiz yıllarda o dönem Liverpool’un golcüsü olan Suarez’in, United’lı Patrice Evra’ya karşı ırkçı hareketini ve 8 maçlık cezasını hatırlarsınız. O ceza sonrası Liverpool tribünlerinde açılan bir pankart, aslında iki kulüp arasındaki rekabeti en iyi şekilde anlatıyordu:
“We are not racist, we only hate Mancs!” (Biz ırkçı değiliz sadece Manchesterlılardan nefret ederiz!)

Ateşli İtalyanlar

Soğukkanlı İngilizler futbolda bu kadar ateşliyse, sıcakkanlı İtalyanlar’ın alev alev tutuştuğunu söylemek pek yanlış olmaz. Dur bir dakika, İngiliz derbilerinin sayısının çokluğundan bahsettin ama diğerlerini anlatmadın diye söylenenlere interneti tavsiye ederim. Zira onların derbilerinden bir dergi yazısı değil bir kitap olur ancak. Ateşli İtalyanlar diyorduk. Küçük Bakire Meryem derbisi diye bilinen Milan-Inter karşılaşması dünyanın en çok izlenen derbilerinden biri. Önce Milan kuruluyor. Ama kulüp hep İtalyan futbolcu oynatıyor. Yabancı oyuncu da oynatmak isteyen bir grup ayrılıp Internazionale’yi kuruyor. Adı üstünde uluslararası. Ama konu alev alev yanmak olunca Roma-Lazio derbisi İtalya sınırları içerisinde dumanı en bol olan karşılaşmadır. Lazio faşist diktatör Mussolini’nin izlerini taşır. Kadrosunda çok uzun yıllar siyahi oyuncu bulundurmaz. Efsane oyuncuları Paolo di Canio bir maçta Nazi selamı dahi vermiştir. Onlara göre Roma “Yahudilerin desteklediği zenci takımıdır.” Roma ise başkentteki işçi ve göçmenlerin desteğini arkasına almıştır. Bir nevi sağ sol kavgası halinde geçen karşılaşmalardan önce Roma sokakları yanar. Her iki grup da şehrin sahibinin kendisi olduğunu iddia eder. Evet, bir nevi Tosun Paşa-Yeşil Vadi hikayesi. 

Futbola Siyaset Karışır
Bir dönem Çavuşesku’nun desteklediği Steaua Bükreş ile ona karşı polis ve muhalefetin desteklediği Dinamo Bükreş, Romanya’nın en büyük derbisidir. 1988 yılında yaşanan olay bir olay sadece futbol tarihi değil dünyadaki diktatörlük tarihi açısından büyük önem teşkil eder. İki takım arasındaki kupa finali 1-1 iken, Steaua’nun bir golü ofsayt gerekçesiyle verilmez. Fakat devreye Çavuşesku girerek golün sayılmasını emreder ve kupa da Steaua Bükreş’e gider. İlginç tesadüf o dönem Dinamo’yu Lucescu çalıştırmaktadır. Aradan yıllar geçip, Lucescu Beşiktaş’ı çalıştırdığı dönemde, siyah beyazlı ekip ligin ilk yarısını 11 puan önde kapatmasına rağmen, 2003-2004 sezonu şampiyon olamaz. Lucescu ise “Türkiye’de futbol düzeni Çavuşesku Romanya’sını hatırlatıyor.” deyip ülkesine geri döner. 
Bir dönem Rusya Savunma Bakanlığı’nın hissedarı olduğu CSKA Moskova ile halkın takımı olarak bilinen Spartak Moskova da yine siyasi izler taşıyan derbilerden biridir. 
Kahire derbisi ise Orta Doğu’nun en önemli olayıdır. Al Ahly İngiliz sömürgeciliğine karşı direnen, milliyetçilerin desteğini arkasına almışken, Zamalek ise yabancı hayranlığı güden, Kralcıların takımıdır. 
İspanya’da Kral Franco ve kurduğu düzenin destekçileri Real Madrid’i savunurken, karşılarında aynı şehirde yaşamaya çalışan Cumhuriyetçilerden ve isyan duygusundan beslenen Atletico Madrid yer alır. 
Anti-Faşist Birleşik Gençlik İttifakı temsilcisi Kızıl Yıldız ve Yugoslav Halk Ordusu’nun takımı Partizan’ın siyasi rekabeti ise Belgrad Derbisi’nin doğmasına sebep olmuştur.

Herşeyin Başı Para

Maraba sınıfını temsil eden Marsilya ve onların ürettiğini yiyen züppe Fransızları temsilen Paris Saint-Germain, karınca Benfica ve ağustos böceği Sporting Lizbon, emekçi Olympiakos ve Atina’nın yüksek sınıfını arkasına alan Panathinaikos hayattaki gelir eşitsizliğine tepki olarak doğan derbilerdir. 
Bunların en tepesinde ise Superclasico diye bilinen Arjantin derbisi Boca Juniors ve River Plate gelir. Cenevizliler diye bilinen Boca işçi sınıfını temsil ederken, Los Millonarios diye bilinen River ise zenginlerin takımıydı. Hatta 

Boca taraftarları, River oyuncu ve taraftarlarının korkak olduklarını iddia ederek onlara Gallinas (tavuk), River taraftarları ise fakir rakip taraftarlarının kötü koktukları gerekçesi ile Los Chanchitos (küçük domuz) lakabını takmıştır. 

"Keşke"lere Yer Yok

“Kırılma, küsme, kaçma” diyor hep içindeki ses, çünkü “keşke” demeye vakti yok. Hayran olduğu ailesinden öğrendiği doğrularla dimdik duruyor. Her anın kıymetini bildiği gibi, tanıdığı her insanın da değerini bilen gencecik bir adam.“Farkında olmalı insan, Kendisinin, hayatın, olayların, gidişatın farkında olmalı, Farkı da fark etmeli, fark ettiğini de fark ettirmemeli bazen…” diye başlar Can Yücel bir şiirinde. İşte tam da böyle biri Cenk Tosun, yaşamın ve dostluğun farkında…


Futbola 3 yaşında başlamak çok erken değil mi?
Biraz öyle galiba. Şortum bile konçlarımın üzerine düşüyordu, konçlarım gözükmüyordu öyle düşün. Bazı çocuklar yürümeyi yeni öğrenmiş oluyor o yaşta. Almanya’da buraya nazaran çocuklar alt yapıya daha erken gidiyor. 5-6 yaşında çocuklarla oynuyordum ama sırıtmıyormuşum yanlarında.

Sen hatırlıyor musun o dönemi?
Yok, hiç hatırlamıyorum ama babam hep anlatır.

Almanya ve Türkiye’deki alt yapılar arasında ne fark var?
Bence biz her ne kadar alt yapıya önem veriyoruz desek de, pratikte onlar kadar önem vermiyoruz. Almanya’da çocuklar A takım ne çalışıyorsa, oynuyorsa o eğitimi alıyorduk, o sistemle oynuyorduk. Herşey A takım ile senkronizeydi. Sahalar yine aynı A takımın idman yaptığı sahalar gibi, orada çocuklar profesyonel bir futbolcunun sahip olması gereken her imkana sahip. Bir de benim en büyük şansım küçük takımlarda hiç oynamadım. Daha beş yaşındayken Eintrach Frankfurt alt yapısındaydım ve çok iyi imkanlarda iyi bir eğitim aldım.

Siz Beşiktaş’ta alt yapıdaki çocuklarla bir araya gelebiliyor musunuz?
Bizim alt yapı Fulya’da olduğu için çocukları pek göremiyoruz. Sadece U19 ve U21 bizimle Ümraniye tesislerinde onları takip edebiliyoruz. Bazen bizimle deplasmana geliyorlar, orada beraber vakit geçirme, konuşma imkanı buluyoruz. Çok yetenekli genç arkadaşlarımız var.

Almanya’da Ümit Milli Takım’a kadar yükseldin. Löw’ün de aday kadrosundaydın. Almanya’da doğan bir çok Türk gencine nazaran sen Türk Milli Takımı’nı tercih ettin. Neden?
Küçüklüğümden beri en büyük hayalim Türk Milli Takımı’nda oynamaktı. Bizim milli takımın hiç bir maçını kaçırmaz, bir gün ben de oynasam diye hayal kurardım. Milliyetçilik duygularım hep çok yoğundu. Ailemden öyle gördüm. Almanya’da U21 Milli Takımı’nda oynuyordum, hatta kaptanlık bile yaptım. Sonra Gaziantepspor’a transfer olunca, Okan Buruk beni aradı. Milli takımı o zaman Hiddink çalıştırıyordu ve Okan abi de onun yardımcısıydı. Babamla beraber TFF binasına gittik. Hiddink bana övgü dolu sözler söyleyip, milli takıma davet edince, en büyük hayalim gerçekleşmiş oldu. 

Sence Mesut gibi İlkay gibi orada yaşayan diğer Türklerin Alman Milli takımını seçmelerindeki tek sebep başarı mı yoksa Türkiye’den bir duygusal kopukluk mu?
Almanya’da uzun yıllar yaşayıp, eğitim görüp, ekmek yiyen birinin oranın milli takımını seçmesini asla yargılamıyorum. Onlar neden öyle bir karar verdi hiç bilemiyorum. Ama demek ki, kendilerini orada iyi hissettikleri, hocalarından öyle bir güven aldıkları için orayı tercih ettiler. Ben de orada doğdum büyüdüm ama içimde Türkiye sevgisi, aşkı hiç bir zaman azalmadı, dediğin anlamda bir duygusal kopukluk yaşamadım. Belki de bu biraz aile ile de ilgilidir. O yüzden Türk Milli takımını tercih etmeyenlerin sebebini bilmiyorum ama onlara da saygı göstermemiz gerektiğini düşünüyorum.


Frankfurt’ta Skibbe ile çalıştığın dönem başlayan ve burada Beşiktaş’ta bir süre devam eden bir döngü var hep hayatında. Takım içinde kariyer olarak senden daha tecrübeli forvetler olduğu için sen oynadığın takımda 2. veya 3. forvet olmak zorunda kalıyorsun. Bu seni küstürmüyor mu?
Frankfurt’ta oynadığım dönemde çok kafama takıyordum. O zaman takımda Milli takımında as oyuncuları olan Martin Fenin, Ioannis Amanatidis, Halil Altıntop, Gekas gibi çok önemli oyuncular vardı. Ben yine de PAF takım ya alt takımlarda oynarken hep çalışıp, gol atmak için elimden geleni yapıyordum. Orada bir şansı hakettiğimi düşünüyorum, içimde bir ukde kalmıştır.
Gaziantepspor’da düzenli oynadım. Sonra Beşiktaş’taki ilk senemde yine biraz kafama taktım. Oyuna sonradan giriyordum, az süre alıyordum. Ama ikinci yılımda bu fikirle çalışmayı öğrendim. Oyuna sonradan girip kısıtlı zamanda takımıma nasıl katkı sağlayabileceğime kafa yordum. Geçen sezon da bazı maçlarda oyuna sonradan girip, skoru değiştirdiğim oldu.

Peki, motivasyonunu nasıl yüksek tutuyorsun? Bütün hafta çalışıp, hafta sonu forma şansı bulamayacağını düşünerek nasıl kendini yüksek tutabildin?
Bunu düşünerek bir yere varamayacağımı öğrendim. Onun yerine idmanlarda daha fazla çalıştım. İdman bitince kendim ekstra çalıştım, hala çalışıyorum. Maç yapmadığın zaman kondisyon fizik olarak düşüyorsun. Bu sefer formayı aldığında başarılı olamıyorsun. Bu yüzden ben hep kondisyonumu yüksek tutmaya çalıştım. Eğer sen disiplinli çalışırsan o şans geliyor. 

Özel bir hoca ile bireysel çalışma yapıyor musun?
Sadece sezon başları ve devre arasında çalışıyorum. Almanya’da bir hocam var, gittiğimde mutlaka beraber antrenman yapıyoruz.

Sporcunun mental olarak hazır olması da çok önemli. Bu konuda sen nasıl hazırlanıyorsun?
Milli takımda bize bu konuda destek olan profesyoneller var. Onun dışında ben bireysel bir çalışma yapmıyorum. Maçtan önceki iki gün dış dünya ile bağlantımı kesiyorum. Sadece ailemle vakit geçiriyorum, tamamen rakibe odaklanıyorum.

Sosyal medyada yazılıp çizilenler seni çok etkiliyor mu?
Beşiktaş’taki ilk yılımda yazılanları okuduğumda çok üzülüyordum. Zaten forma şansı bulamadığım için daha alıngan olduğum bir dönemdi. Bir de üzerine sosyal medyada kötü şeyler okuyunca moralim daha da bozuluyordu. Ama artık onunla da baş etmeyi, çok fazla kafama takmamayı öğrendim. Oraya her şey yazılabiliyor. Adam yumurta hesap açmış, küfür bile ediyor. Ben şimdi bunu neden umursayayım.

Sence Türk taraftarların gözünde yabancı futbolcuların kredisi daha mı yüksek? Böyle bir hayranlık var mı?
Tabi, onlar yurtdışından geldiği ve daha maliyetli olduğu için daha ilgi çekici olabiliyor. Çok şükür bizim taraftarımız yiğidin hakkını veriyor. Türk, yabancı ayrımı yapmadığını düşünüyorum. İyi oynadığı ve Beşiktaş armasına yakışan bir performans sergilediği sürece her hangi bir ayrım yapmadığını düşünüyorum.

Üç kelime ile Beşiktaş taraftarı…
Tutkulu, fedakar, efendi


Vodafone Arena’ya ilk çıktığında ne hissettin?
Ben İnönü’de hiç oynayamadım. Daha doğrusu rakip olarak geldim ama siyah beyaz formayla hiç yaşayamadım. Ama inan Arena’ya ilk çıktığımda neler hissettiğimi kelimelerle anlatmak imkansız. O taraftarları, o atmosferi görünce, bir de biz çok bekledik, evsiz çok maç oynadık, tüylerim diken diken oldu, gözlerim doldu. Muhteşem bir duyguydu. O anı yaşayan her Beşiktaşlı futbolcu çok şanslı.

Arif’ten bu yana futbolcuların ceza sahasında kendini yere atma konusu bitmeyen bir tartışma. Şimdi de sen çok eleştiriliyorsun bu konuda. Ne dersin?
Son bir kaç maçtır ben de eleştiriliyorum bu konuda. Milli maçta kazandığımız penaltı ile başladı. Pozisyonu sonradan izleyince evet hakem istese penaltı vermeyebilirdi. Ama ben kendimi orada penaltı kazanayım diye yere atmadım. Rakiple boğuşurken düştüm. Ben düşmemek için elimden geleni yapıyorum. Ama mesela Kayseri maçında çok sert oynadılar. İzleyici bizim ne şiddette darbe aldığımızı fark edemeyebiliyor. Bu öyle bir şey ki, tam arada pozisyonlar oluyor. Ve öyle pozisyonlarda ben kendimi darbeden de sakınmak istiyorum. Bu profesyonel futbolda çok normal bir şey. Şunu herkes bilsin ki, kasti olarak hiç bir şey kendimi asla yere atmam. O karakterde bir oyuncu değilim. 

Türkiye’de futbolda ne değişsin isterdin?
Çok şey değişsin isterdim. Öncelikle statlar dolu olmalı. Almanya’da ligin ortalarında seyreden hatta bazen düşme hattında olan Eintrach Frankfurt diye bir takımda oynuyordum ve her maç 51 bin kişi full çekiyordu stat. Biz şanslıyız büyük kulüplerde oynuyoruz, diğer takımlara kıyasla daha dolu oluyor statlarımız. Ama diğer şehir takımları için aynı şeyi söyleyemem. Bir futbolcunun maç içindeki motivasyonunu yükselten yegane şey seyirci desteğidir. Sonra alt yapı ve futbol okullarının da sayısı ve kalitesi artsın isterdim. Maalesef ülkenin her şehri aynı değil, dolayısıyla her yetenekli çocuk eşit şansa sahip değil. Belki de bu sebepten nüfusumuz çok olmasına rağmen, o oranda futbolcu yetiştiremiyoruz. Keşke her şehirde profesyonel eğitim veren ve yetenekli çocuklar fırsat sunan futbol okulları olsa. İşte o zaman her uluslararası turnuvaya doğrudan katılan bir ülke olma şansımız olur.

Unutamadığın golün…
Karabük maçında 90+6’da Sosa’nın kestiği bir pozisyon vardı, benim de arkaya doğru uzun köşeyi sıyırttığım gol. O çok anlamlı bir goldü. İçimden şampiyonluk geldi demiştim. Ama son üç maç kötü bir performans ile sezonu üçüncü bitirmiştik.

İnanır mısın öyle iç seslere?
İnanırım. Geçen sezon da Akhisar maçında 3-2 yenik durumda iken oyuna girmiştim. Bir gol atmıştım, maçı berabere bitirmiştik. Maçtan sonra arkadaşlara “Üzülmeyin, bu bir puan belki bizi şampiyon yapacak.” demiştim. Çok şükür şampiyon da olduk. 

Gaziantepspor’da Sergen ile çalıştın. Oyuncu olarak bir harikaydı, hoca Sergen nasıl?
Öncelikle futbolculuğuna kimse laf söyleyemez. Hocalığı da ilk takımı olmasına rağmen gayet başarılıydı bence. Oyuncular ile arası çok iyiydi. Bazen yorgun oluyorduk, idman dozunu hemen azaltıyordu. Bazen bizle 5-2 oynar, bir kere içeri geçmezdi. Tekniği hala çok üst düzey. Ben onun golleriyle büyüdüm. Hayranı olduğum bir futbolcunun saha kenarında hocam olması beni maçta daha da motive ediyordu. 80. dakika yorgunluktan ölüyorum ama ondan övgü dolu bir söz duyabileyim diye depar atıyordum.

Peki sana Bilic desem…
Bilic ile biz aslında çok iyi anlaşıyorduk. Sahada Demba Ba oynuyordu, ikinci forvet Mustafa’yı görüyordu. Beni hep üçüncü olarak düşünüyordu. Ben yine de girdiğim maçlarda etkili olmaya gayret ediyordum. 

Hiç konuşmadın mı bu konuda Bilic ile?
Hayır. Ben idmanlarda hep iyi çalışırdım. Oyuna girersem elimden geleni de yapardım ama hiç hocaya gidip beni neden daha fazla oynatmadığını sormadım. O zaman ben de gençtim. Zaten ilk senemdi, adaptasyon için uğraşıyordum. En büyük hayallerimden biriydi Beşiktaş’ta oynamak ve transfer olmuştum. Belki de hayalime kavuşmuş olmanın verdiği bir tatmin vardı. Ama bugün olsa kesinlikle daha talepkar olurdum.

Şenol Hoca ile Bilic arasındaki en büyük fark ne?
Tecrübe farkı. Şenol Hoca yıllarını vermiş, çok deneyimli. Aynı dili konuştuğun bir hoca ile çalışmak oyuncu için her zaman büyük avantajdır. İlk 11’e giren oyuncu zaten mutludur, forma şansı nasılsa buluyor. Önemli olan 18’de kalan, forma şansı bulamayan oyuncuyu yönetebilmek, geliştirebilmek. Şenol Hoca’nın ve yardımcılarının en iyi yaptığı şey bu oyuncular performans ve özgüvenini her zaman yüksek tutabilmek.

Sence bu sezonun en iyi transferi kim?
Hepsi iyi transferlerin ama takıma en büyük katkı sağlayan Caner diyebilirim.

Geriye dönsen hangi maçta neyi değiştirirdin?
Süper Kupa maçı. Çok pozisyona girip değerlendirememiştim. Elimde olsa o maça geri dönüp, mutlaka birini gol yapardım.

Futboldan sonra ne yapacaksın?
Ya menajerlik, ya hocalık olur ama mutlaka futbolun içinde kalırım.

Hoca olunca neyi asla yapmazsın?
Haksızlık yapmazdım. Yıldız oyuncu ayrımı yapmaz, formayı kim hak ediyorsa ona verirdim. Bir oyuncu için çok önemli bir kriterdir bu. Bunu bilir hocaya güvenirsen, daha gayretli olursun. Aksi takdirde için için küsmeler başlar ve bir bakmışsın o oyuncuyu kaybetmişsin.





Cenk Tosun ile Proust Testi

En sevdiğin yönün ne?
Her insana uyum sağlayabilirim. Her yaş grubundan, her meslekten, herkesle kolay arkadaşlık kurabilirim.

En sevmediğin yönün ne?
İnsanlara hemen inanır, güvenirim. 

En büyük başarın olarak gördüğün olay ne?
Beşiktaşla şampiyonluk ve Avrupa Şampiyonasına gitmek

En büyük üzüntün ne?
EURO 2016. Ne hayallerle gitmiştim oraya ama hiç bir şey istediğimiz gibi gitmedi. Hep diyorum ki, belki Hırvatistan maçında Ozan’ın kaçırdığı pozisyon gol olsaydı, sonrasında her şey daha farklı gelişirdi. Ama bize yakışmayan bir futbol oynadığımız için galibiyeti hak etmedik. Üçüncü maçta aklımız başımıza geldi ama artık çok geç olmuştu.

En sık kullandığın kelime ne?
Yani

Bugüne kadar sana söylenmiş en güzel söz ne?
Annemin ve babamın “Seninle gurur duyuyorum oğlum,” demesi ve eşim Ece’nin “Seni Seviyorum,” demesi.

Cenk Tosun olmasaydın kim olmak isterdin?
Süpermen

Hayat sloganın ne?
Erteleme, her gününü son günün gibi yaşa.

Mutluluk rüyan ne?
Çocuğumla beraber tüm ailemin olduğu bir fotoğraf hayal ediyorum.

Seni ne ağlatır? En son ne zaman ağladın?
Çok kolay ağlayan biri değilimdir. Ailemden birine bir şey olursa ağlarım. En son Avrupa Şampiyonası’nda biz 2-0 yendikten sonra İtalya maçını izlerken ağladım, orada hepimiz perişan olduk.



Cenk’ten halı sahada maç yapanlara GOL atma taktikleri

Penaltı atarken…
Ben kafamda bir köşeyi seçer oraya odaklanırım. Kaleci oraya gitse bile o kadar sert vurmaya gayret ederim ki, uzansa bile çıkaramasın. İlk düşündüğüm köşe neresiyse mutlaka oraya vururum. Bazı oyuncular da, mesela Demba Ba bakarak, kalecinin ne tarafa atlayacağını çözerek vururdu. 

Frikik atarken…
En önemli şey barajı geçirmek. Yeterince sert vurur ve barajı geçirirsen gol olur. Genelde barajın ikinci numarada duran oyuncusunu baz alıp onun etrafından çevirmeye çalışırsın. Topu oradan çevirdin mi büyük ihtimal gol olur.

Markajdan kaçmak için…
Önce bir ters hamle yapmalı. Diyelim arkamda bir defans oyuncusu var. Önce bir topa gelip ondan sonra arkasına koşu yapıyorum. Ya da önce bir arkasına gidip ondan sonra ayağıma istiyorum.