5 Haziran 2014 Perşembe

MELANKOLİKLER YOLUNDAN VICENTE CALDERON’A

Bazen kaybetmek, kazanmaktır aslında. Düştüğünde tekrar ayağa kalkmak, gidenlerin ardından yas tutmamak... Hayır, konu aşk ve giden bir sevgili değil. Uzakta, İspanya rüzgarlarında, giden bir değil bir çok sevgiliye rağmen bugün hep bir ağızdan şampiyonluk şarkısı söylemeye hazırlanan bir kulübün hikayesi...


Yıl 2011, aylardan Ağustos. Madrid’in sıcağı tıpkı Ankara sıcağına benzer. Kuru, insanı bunaltan cinsten. Spor muhabirleri toplanmış, Madrid şehrinin ikinci takımı Atletico Madrid’in yeni transferini dinliyor. Çocuk henüz 24 yaşında. Genç yaşına aldırmadan söylediği sözler, gazetecilerin hafif dalga geçerek gülümsemesine neden oluyor:
“Çok çalışırsak Real Madrid ve Barcelona’yı geçebileceğimize inanıyorum.”
O gün gülen gazeteciler, çok değil üç yıl sonra o sözlerin sahibi genci manşetlere “Sihirbaz” diye taşıyıp, hakkında “Arda Turan - Bayrampaşalı Dahi” diye bir kitap yazacaktılar.

Yıl 1999, aylardan Kasım. Atletico Madrid İspanya ligi La Liga’da küme düşmemeye oynuyordu. UEFA Kupası’nda Galatasaray Bologna’yı elerken, onlar da Wolfsburg’u kupanın dışına itmişti. Sonrası malum, Galatasaray Borussia Dortmund engelini geçerken, Atletico Madrid Lens’e elenmişti. Hem de çok tanıdık bir ismin golleri ile, Pascal Nouma. Avrupa yoluna da veda eden takımda işler kötüye gitmeye devam ediyordu.

Kulübü 1987’den beri Jesus Gil yönetiyordu. Aslında İspanya için bu isim Atletico Madrid’den fazlasını ifade ediyor. Gil inşaat işi ile ilgili yolsuzluktan hapse girmiş, 1971’de serbest kalmış ve bizzat General Franco tarafından kendisinden özür dilenmişti. 80’lerin başında hem eski işi inşaata geri dönüp sonradan belediye başkanı da seçileceği Marbella’yı baştan aşağı yenilemeye başlamıştı; hem de yakın arkadaşı Vicente Calderon sayesinde Atletico Madrid kulübüne üye olmuştu. Futbolun getirdiği ünün kısa sürede farkına varan bu adam, daha fazlasını hedefleyip başkanlık koltuğuna oturmak için çok beklemedi. İlk iş kulübün efsane ismi Luis Aragones’in yerine, Arjantin’i 1978′de Dünya Kupası’nda zirveye taşıyan Cesar Luis Menotti’yi takımın başına getirdi. Aslında bu sadece başlangıçtı. Jesus Gil canı sıkıldıkça teknik direktör ve futbolcu değiştirmeye devam edecekti. 17 yıl süren başkanlığı döneminde 39 teknik direktör, 141 futbolcu transfer etti.

90’lara gelindiğinde artık istediği üne de kavuşmuştu. Öyle ki, bir jakuzi içinde  “Las Noches de Tal y Tal” isimli bir televizyon programı bile yapmaya başladı. O dönemde verdiği demeçlerden birinde “Bu ünle Tanrı bile olabilirim,” diyen Gil’e tabii ki bu da yetmedi ve Marbella Belediye Başkanı seçildi. Marbella neresi mi? Türkiye için Bodrum neyse, İspanya için Marbella onun 10 katıdır. Jack Nicholson, David Copperfield, Hugh Grant gibi ünlülerin ve arap şeyhlerinin malikanelerinin yanı sıra İspanya Kralı Juan Carlos’un da burada evi vardır. Hal böyle olunca Jesus Gil’in servetinin de nereden geldiğini anlamak çok daha kolay.

Takım yavaş yavaş yükselişe geçmiş, 1996’da hem La Liga kupası hem de Kral Kupası’nı sonunda müzesine götürmüştü. Tesadüf budur ki, o dönem Atletico Madrid’in göğüs reklamı sponsoru da Marbella oldu. Jil, yönettiği iki yapıyı ticari olarak da birleştirmenin bir yolunu bulmuştu. Aradaki bağlantının sırları ortaya çıkmaya başlayınca, önce peş peşe mahkemeler açıldı, hemen ardından da Marbella-Atletico Madrid arasındaki “hortum” kesildi. İşte Lens mağlubiyeti tam da bu zamanlara denk geliyordu. Bütün sezon La Liga’da sadece 5 galibiyet alan kırmızı beyazlı takım 1999-2000 sezonunda küme düşmüş, soyunma odası koridorlarına kadar giren taraftarlar yumurta atarak takımı protesto etmişti.

İki yıl süren lige geri dönme mücadelesi sonunda, 2002 yılında Vicente Calderon Stadı tribünleri La Liga’ya Jesus Gil’siz geri döndü. Madrid’de bu stada giden yola Atletico Madrid taraftarları “Melankolikler Yolu” der. Yaşadığı inişli çıkışlı yıllardan mı yoksa yuvadan uçup giden yıldızlardan dolayı mı melankoliktir taraftar bilinmez. Kolay değil, İspanya’nın adeta forvet fabrikası olan bir kulübün makus kaderi bir türlü gülmemiş, kırmızı beyaz formayla parlayan her forvet, kısa sürede soluğu başka kulüpte almıştır.


ATLETİCO MADRİD FORVET A.Ş.

Jimmy Floyd Hasselbaink
Atletico Madrid’e Leeds United’dan gelen Hollandalı forvet 1999-2000 sezonu 24 gol ile gol kralı olmuştu. Ancak attığı goller o sezon takımın küme düşmesine engel olamayınca, Atletico Madrid bir alt lige, Hasselbaink ise Chelsea’ye gitmişti.

Fernando Torres
Atletico Madrid alt yapısında yetişmiş ve henüz 17 yaşındayken A Takıma yükselmişti. Bu kadar küçük yaşta A Takıma yükseldiği için lakabı “El Nino” yani “Çocuk” oldu. Vicente Calderon’a ilk çıktığı maçta gol atan “Çocuk”, 19 yaşına geldiğinde takım kaptanı olmuştu. Hatta o genç adam, bugün Atletico Madrid’in teknik direktörlük koltuğunda oturan Diego Simeone’nin de kaptanlığını yaptı. Başarılı 7 sezonun ardından Atletico Madrid Premier Lig’e bir futbolcu daha kaptırıyordu. Bu sefer kasasına hatırı sayılır bir meblağ koyan takım, taraftarını yine melankoliğe sürüklüyordu. Her ne kadar o parayla Forlan ve Simao’yu bile almış olsalar, kaptanını satan kulüpten artık hayır gelmez yorumlarına engel olamadılar.

Sergio Agüero
Maradona’nın damadı “Kun” Agüero 15 yaşında, stajyer denilebilecek yaşta Atletico Madrid’e transfer oldu. O dönem 23 milyon euroluk transfer parasıyla kulüp tarihinde bir rekor kırıyordu. Ödenen bonservisin hakkını fazlasıyla veren Arjantinli futbolcu, özellikle kaptanı Torres’in takımdan ayrılışından sonra kulübe antibiyotik gibi geldi. Takımına UEFA Avrupa Ligi ve UEFA Super Kupa olmak üzere iki kupa kazandırdığı beş sezondan sonra ne mi oldu? Tabii ki Premier Lig’e, Manchester City’e transfer oldu.

Diego Forlan
Bu sefer bir değişiklik olmuş, Premier Lig’e yar olmamış bir futbolcu soluğu İspanya’da almıştı. Alex Ferguson’un keşfi Forlan, önce Villareal’e oradan Atletico Madrid’e geliyordu. Agüero ile birlikte kariyerinin altın günlerini yaşayan Uruguaylı, geçirdiği dört sezonun ardından transfer dönemi geldiğinde, Türkiye’deki futbolseverleri de heyecanlandırdı. Adı uzunca bir süre Galatasaray ve Beşiktaş ile anılmış olsa da, o bir başka Akdeniz ülkesini, İtalya’yı ve Inter’i tercih ediyordu.

Radamel Falcao
Agüero’yu da kaptıran Atletico Madrid teselliyi Falcao’da aradı. Sergio Aguero’yu sattığı fiyatın üzerinde bir paraya, Kolombiyalı futbolcuyu Porto’dan transfer etti. İki sezon süren bu güzel beraberlik geride bir UEFA Avrupa Ligi Kupası bırakırken, neyse ki bu sefer Premier Lig’e bir forvet kaptırılmıyordu. Falcao 60 milyon Euro gibi bir bonservis bedeli ile soluğu Fransa’da, Monaco’da alıyordu.


Bu golcüleri sayesinde, düştüğü 2. Lig’den bile hızlıca toparlanıp, yine zirveyi zorlayan bu takım, adeta Premier Lig’in forvet fabrikası gibi. Bir kulüp bu kadar çok yıldız forveti elinden kaçırınca, gözler ister istemez bugün kulübün gol makinesi Diego Costa’ya çevriliyor. Uzun süre Portekiz takımlarında kiralık oynayan Brezilyalı futbolcunun adı, çok değil iki sene önce Türkiye’de de gazete sütunlarına taşınmıştı. Beşiktaş’ın Quaresma’yı elinden çıkarmaya karar verdiği dönemde, taliplilerin arasında Atletico Madrid de vardı. Costa-Quaresma takası Costa’nın sakatlığı yüzünden gerçekleşemedi. Brezilyalı İspanya’ya, Atletico Madrid’e döndü ve bu satırların yazıldığı sırada, bu sezon oynadığı 46 maçta 35 gol attı. Hal böyle olunca elinden yıldız kaçırma konusunda tecrübeli kulüp, ne yaparız da Diego Costa’yı elimizden kaçırmayız diye düşünmek yerine, giderse yerine alternatif kimi transfer edebiliriz diye araştırmalara çoktan başladı.

Bazı trenler hayatta bir kez sizin olduğunuz durakta durur. Binip, binmemek tercihi hayatınızda çok şeyi değiştirir. Atletico Madrid’e hep o trene binip giden futbolcular denk geldi. İçlerinden sadece bir tanesi yıllar sonra dönüş bileti aldı. Atletico Madrid son şampiyonluğunu kazanıp kupayı aldığında orta sahada tozu dumanı katan adamdı Diego Simeone. Jesus Gil’in transfer edip, gönderdiği 141 futbolcudan biri olan Simeone, bugüne kadar herkesin arka kapıdan kaçtığı kulübe, ön kapının anahtarı cebinde giriyordu. 2003 yılında futbolcu olarak ayrıldığı takıma bir gün teknik direktör olarak dönebilmek için kendini hep hazırladığını söyleyen Arjantinli, bugün kırmızı beyazlı ekibi La Liga şampiyonluğuna yürütüyor. İspanya’da herkesin Barcelona mı Real Madrid mi, Messi mi Ronaldo mu dediği bir ortamda, Simeone ve çaylakları biz de varız dercesine tozu dumana katıyor.

Bir dönem Türkiye’de de herkesi ekran başına kilitleyen Beyaz Gölge dizisini bilirsiniz. İdealist basketbol koçunun, haylaz takımı hizaya getirip şampiyonluk adayı yaptığı dizi, bugün İspanya’da sanki yeniden çekiliyor. Simeone’nin bitmek bilmeyen enerjisi, oyuncuları ile iletişimi ve tutkusu ekran başındaki milyonları etkiliyor. “Her zaman maç maç düşünerek ileriye yönelik planlar yapacağız,” diyen teknik adam, La Liga şampiyonluğunun en kuvvetli adayı. Henüz 35 yaşında çaylak bir teknik direktör iken Estudiantes takımı ile ilk önemli başarısını yakalayan Simeone, her ne kadar Atletico ile 1,5 senede üç kupa kazanmış da olsa, o futbol felsefesini Estudiantes üzerinden anlatmayı tercih ediyor:

“Estudiantes, futbolun nasıl olması gerektiğine dair tüm düşüncelerimi kapmış bir takımdı: verimlilik, kendini adama, fedakarlık, yetenek ve sadelik”

Diego Simeone, hayal etmesini bilen ve ona ulaşmak için çabalayan her insan için muhteşem bir örnek. Simeone’den önce takımın her ne kadar kaliteli forvetleri olsa da, savunma ve hücum ayrı telden çalıyordu. Hayalet bir orta saha vardı. İstikrardan uzak, düzensiz futbolu yüzünden Barcelona karşısına Agüero-Forlan ile ya da Falcao ile de çıksalar, 4-5 gol yiyip mağlup ayrılıyorlardı. İşte o mağlubiyetlere alışmış takım, bu yıl Şampiyonlar Ligi’nde aynı Barcelona’yı kupa dışına itti ve yarı finale yükseldi. Atletico Madrid’in bugüne kadar Şampiyonlar Ligi’ndeki en büyük başarısı bundan tam 40 yıl önce yani 1974 yılında Bayern Münih ile oynadığı final maçıydı. Normal süresi 0-0 biten, uzatmalarda 1-1 eşitlik devam eden maç, iki gün sonra tekrar oynanmış ve kupayı Alman ekibi evine götürmüştü.

Ben bu yazının finaline gelirken, Şampiyonlar Ligi’nde henüz yarı final karşılaşmaları oynanmadı. Ancak bir süredir sakatlığı yüzünden oynayamayan ve bu karşılaşmada forma giymeyi bekleyen bizim Bayrampaşalı çocuğun yine bir mesajı var:
“Yarı finale kadar geldikten sonra finali neden oynamayalım? Tarih yazmak için ideal bir zaman.”

Kim bilir belki de futbol Tanrıları çoktan yeni bir hikaye hazırlamıştır. Yıl 2014, “Atletico Madrid benim hayatımın özeti,” diyen kulübün efsane ismi Luis Aragones’in hayata veda ettiği yıl, son Şampiyonlar Ligi başarısından da tam 40 yıl sonra, belki Atletico Madrid ve Bayern Münih bir kez daha finalde karşılaşır. Sonrası mı? Sonrası için siz sadece bir dilek tutun...