Bazen kaybetmek, kazanmaktır
aslında. Düştüğünde tekrar ayağa kalkmak, gidenlerin ardından yas tutmamak...
Hayır, konu aşk ve giden bir sevgili değil. Uzakta, İspanya rüzgarlarında,
giden bir değil bir çok sevgiliye rağmen bugün hep bir ağızdan şampiyonluk
şarkısı söylemeye hazırlanan bir kulübün hikayesi...
Yıl 2011, aylardan Ağustos. Madrid’in
sıcağı tıpkı Ankara sıcağına benzer. Kuru, insanı bunaltan cinsten. Spor
muhabirleri toplanmış, Madrid şehrinin ikinci takımı Atletico Madrid’in yeni
transferini dinliyor. Çocuk henüz 24 yaşında. Genç yaşına aldırmadan söylediği
sözler, gazetecilerin hafif dalga geçerek gülümsemesine neden oluyor:
“Çok
çalışırsak Real Madrid ve Barcelona’yı geçebileceğimize inanıyorum.”
O gün gülen gazeteciler, çok değil üç yıl
sonra o sözlerin sahibi genci manşetlere “Sihirbaz” diye taşıyıp, hakkında
“Arda Turan - Bayrampaşalı Dahi” diye bir kitap yazacaktılar.
Yıl 1999, aylardan Kasım. Atletico Madrid İspanya
ligi La Liga’da küme düşmemeye oynuyordu. UEFA Kupası’nda Galatasaray
Bologna’yı elerken, onlar da Wolfsburg’u kupanın dışına itmişti. Sonrası malum,
Galatasaray Borussia Dortmund engelini geçerken, Atletico Madrid Lens’e elenmişti.
Hem de çok tanıdık bir ismin golleri ile, Pascal Nouma. Avrupa yoluna da veda
eden takımda işler kötüye gitmeye devam ediyordu.
Kulübü 1987’den beri Jesus Gil
yönetiyordu. Aslında İspanya için bu isim Atletico Madrid’den fazlasını ifade
ediyor. Gil inşaat işi ile ilgili yolsuzluktan hapse girmiş, 1971’de serbest
kalmış ve bizzat General Franco tarafından kendisinden özür dilenmişti.
80’lerin başında hem eski işi inşaata geri dönüp sonradan belediye başkanı da
seçileceği Marbella’yı baştan aşağı yenilemeye başlamıştı; hem de yakın
arkadaşı Vicente Calderon sayesinde Atletico Madrid kulübüne üye olmuştu.
Futbolun getirdiği ünün kısa sürede farkına varan bu adam, daha fazlasını
hedefleyip başkanlık koltuğuna oturmak için çok beklemedi. İlk iş kulübün
efsane ismi Luis Aragones’in yerine, Arjantin’i 1978′de Dünya Kupası’nda
zirveye taşıyan Cesar Luis Menotti’yi takımın başına getirdi. Aslında bu sadece
başlangıçtı. Jesus Gil canı sıkıldıkça teknik direktör ve futbolcu değiştirmeye
devam edecekti. 17 yıl süren başkanlığı döneminde 39 teknik direktör, 141
futbolcu transfer etti.
90’lara gelindiğinde artık istediği üne de
kavuşmuştu. Öyle ki, bir jakuzi içinde “Las
Noches de Tal y Tal” isimli bir televizyon programı bile yapmaya başladı. O
dönemde verdiği demeçlerden birinde “Bu
ünle Tanrı bile olabilirim,” diyen Gil’e tabii ki bu da yetmedi ve Marbella
Belediye Başkanı seçildi. Marbella neresi mi? Türkiye için Bodrum neyse,
İspanya için Marbella onun 10 katıdır. Jack Nicholson, David Copperfield, Hugh
Grant gibi ünlülerin ve arap şeyhlerinin malikanelerinin yanı sıra İspanya
Kralı Juan Carlos’un da burada evi vardır. Hal böyle olunca Jesus Gil’in
servetinin de nereden geldiğini anlamak çok daha kolay.
Takım yavaş yavaş yükselişe geçmiş,
1996’da hem La Liga kupası hem de Kral Kupası’nı sonunda müzesine götürmüştü. Tesadüf
budur ki, o dönem Atletico Madrid’in göğüs reklamı sponsoru da Marbella oldu.
Jil, yönettiği iki yapıyı ticari olarak da birleştirmenin bir yolunu bulmuştu.
Aradaki bağlantının sırları ortaya çıkmaya başlayınca, önce peş peşe mahkemeler
açıldı, hemen ardından da Marbella-Atletico Madrid arasındaki “hortum” kesildi.
İşte Lens mağlubiyeti tam da bu zamanlara denk geliyordu. Bütün sezon La
Liga’da sadece 5 galibiyet alan kırmızı beyazlı takım 1999-2000 sezonunda küme
düşmüş, soyunma odası koridorlarına kadar giren taraftarlar yumurta atarak
takımı protesto etmişti.
İki yıl süren lige geri dönme mücadelesi
sonunda, 2002 yılında Vicente Calderon Stadı tribünleri La Liga’ya Jesus
Gil’siz geri döndü. Madrid’de bu stada giden yola Atletico Madrid taraftarları “Melankolikler
Yolu” der. Yaşadığı inişli çıkışlı yıllardan mı yoksa yuvadan uçup giden
yıldızlardan dolayı mı melankoliktir taraftar bilinmez. Kolay değil, İspanya’nın
adeta forvet fabrikası olan bir kulübün makus kaderi bir türlü gülmemiş,
kırmızı beyaz formayla parlayan her forvet, kısa sürede soluğu başka kulüpte
almıştır.
ATLETİCO MADRİD FORVET A.Ş.
Jimmy Floyd Hasselbaink
Atletico Madrid’e Leeds United’dan gelen
Hollandalı forvet 1999-2000 sezonu 24 gol ile gol kralı olmuştu. Ancak attığı
goller o sezon takımın küme düşmesine engel olamayınca, Atletico Madrid bir alt
lige, Hasselbaink ise Chelsea’ye gitmişti.
Fernando Torres
Atletico Madrid alt yapısında yetişmiş ve
henüz 17 yaşındayken A Takıma yükselmişti. Bu kadar küçük yaşta A Takıma
yükseldiği için lakabı “El Nino” yani “Çocuk” oldu. Vicente Calderon’a ilk
çıktığı maçta gol atan “Çocuk”, 19 yaşına geldiğinde takım kaptanı olmuştu. Hatta
o genç adam, bugün Atletico Madrid’in teknik direktörlük koltuğunda oturan
Diego Simeone’nin de kaptanlığını yaptı. Başarılı 7 sezonun ardından Atletico
Madrid Premier Lig’e bir futbolcu daha kaptırıyordu. Bu sefer kasasına hatırı
sayılır bir meblağ koyan takım, taraftarını yine melankoliğe sürüklüyordu. Her
ne kadar o parayla Forlan ve Simao’yu bile almış olsalar, kaptanını satan
kulüpten artık hayır gelmez yorumlarına engel olamadılar.
Sergio Agüero
Maradona’nın damadı “Kun” Agüero 15
yaşında, stajyer denilebilecek yaşta Atletico Madrid’e transfer oldu. O dönem
23 milyon euroluk transfer parasıyla kulüp tarihinde bir rekor kırıyordu.
Ödenen bonservisin hakkını fazlasıyla veren Arjantinli futbolcu, özellikle
kaptanı Torres’in takımdan ayrılışından sonra kulübe antibiyotik gibi geldi.
Takımına UEFA Avrupa Ligi ve UEFA Super Kupa olmak üzere iki kupa kazandırdığı
beş sezondan sonra ne mi oldu? Tabii ki Premier Lig’e, Manchester City’e
transfer oldu.
Diego Forlan
Bu sefer bir değişiklik olmuş, Premier
Lig’e yar olmamış bir futbolcu soluğu İspanya’da almıştı. Alex Ferguson’un
keşfi Forlan, önce Villareal’e oradan Atletico Madrid’e geliyordu. Agüero ile
birlikte kariyerinin altın günlerini yaşayan Uruguaylı, geçirdiği dört sezonun
ardından transfer dönemi geldiğinde, Türkiye’deki futbolseverleri de
heyecanlandırdı. Adı uzunca bir süre Galatasaray ve Beşiktaş ile anılmış olsa
da, o bir başka Akdeniz ülkesini, İtalya’yı ve Inter’i tercih ediyordu.
Radamel Falcao
Agüero’yu da kaptıran Atletico Madrid
teselliyi Falcao’da aradı. Sergio Aguero’yu sattığı fiyatın üzerinde bir
paraya, Kolombiyalı futbolcuyu Porto’dan transfer etti. İki sezon süren bu
güzel beraberlik geride bir UEFA Avrupa Ligi Kupası bırakırken, neyse ki bu
sefer Premier Lig’e bir forvet kaptırılmıyordu. Falcao 60 milyon Euro gibi bir
bonservis bedeli ile soluğu Fransa’da, Monaco’da alıyordu.
Bu golcüleri sayesinde, düştüğü 2. Lig’den
bile hızlıca toparlanıp, yine zirveyi zorlayan bu takım, adeta Premier Lig’in
forvet fabrikası gibi. Bir kulüp bu kadar çok yıldız forveti elinden kaçırınca,
gözler ister istemez bugün kulübün gol makinesi Diego Costa’ya çevriliyor. Uzun
süre Portekiz takımlarında kiralık oynayan Brezilyalı futbolcunun adı, çok
değil iki sene önce Türkiye’de de gazete sütunlarına taşınmıştı. Beşiktaş’ın
Quaresma’yı elinden çıkarmaya karar verdiği dönemde, taliplilerin arasında
Atletico Madrid de vardı. Costa-Quaresma takası Costa’nın sakatlığı yüzünden gerçekleşemedi.
Brezilyalı İspanya’ya, Atletico Madrid’e döndü ve bu satırların yazıldığı
sırada, bu sezon oynadığı 46 maçta 35 gol attı. Hal böyle olunca elinden yıldız
kaçırma konusunda tecrübeli kulüp, ne yaparız da Diego Costa’yı elimizden
kaçırmayız diye düşünmek yerine, giderse yerine alternatif kimi transfer
edebiliriz diye araştırmalara çoktan başladı.
Bazı trenler hayatta bir kez sizin
olduğunuz durakta durur. Binip, binmemek tercihi hayatınızda çok şeyi
değiştirir. Atletico Madrid’e hep o trene binip giden futbolcular denk geldi.
İçlerinden sadece bir tanesi yıllar sonra dönüş bileti aldı. Atletico Madrid
son şampiyonluğunu kazanıp kupayı aldığında orta sahada tozu dumanı katan
adamdı Diego Simeone. Jesus Gil’in transfer edip, gönderdiği 141 futbolcudan
biri olan Simeone, bugüne kadar herkesin arka kapıdan kaçtığı kulübe, ön
kapının anahtarı cebinde giriyordu. 2003 yılında futbolcu olarak ayrıldığı
takıma bir gün teknik direktör olarak dönebilmek için kendini hep hazırladığını
söyleyen Arjantinli, bugün kırmızı beyazlı ekibi La Liga şampiyonluğuna
yürütüyor. İspanya’da herkesin Barcelona mı Real Madrid mi, Messi mi Ronaldo mu
dediği bir ortamda, Simeone ve çaylakları biz de varız dercesine tozu dumana
katıyor.
Bir dönem Türkiye’de de herkesi ekran
başına kilitleyen Beyaz Gölge dizisini bilirsiniz. İdealist basketbol koçunun,
haylaz takımı hizaya getirip şampiyonluk adayı yaptığı dizi, bugün İspanya’da
sanki yeniden çekiliyor. Simeone’nin bitmek bilmeyen enerjisi, oyuncuları ile
iletişimi ve tutkusu ekran başındaki milyonları etkiliyor. “Her zaman maç maç
düşünerek ileriye yönelik planlar yapacağız,” diyen teknik adam, La Liga şampiyonluğunun
en kuvvetli adayı. Henüz 35 yaşında çaylak bir teknik direktör iken Estudiantes
takımı ile ilk önemli başarısını yakalayan Simeone, her ne kadar Atletico ile
1,5 senede üç kupa kazanmış da olsa, o futbol felsefesini Estudiantes üzerinden
anlatmayı tercih ediyor:
“Estudiantes, futbolun nasıl olması gerektiğine
dair tüm düşüncelerimi kapmış bir takımdı: verimlilik, kendini adama,
fedakarlık, yetenek ve sadelik”
Diego Simeone, hayal etmesini bilen ve ona
ulaşmak için çabalayan her insan için muhteşem bir örnek. Simeone’den önce
takımın her ne kadar kaliteli forvetleri olsa da, savunma ve hücum ayrı telden
çalıyordu. Hayalet bir orta saha vardı. İstikrardan uzak, düzensiz futbolu
yüzünden Barcelona karşısına Agüero-Forlan ile ya da Falcao ile de çıksalar,
4-5 gol yiyip mağlup ayrılıyorlardı. İşte o mağlubiyetlere alışmış takım, bu
yıl Şampiyonlar Ligi’nde aynı Barcelona’yı kupa dışına itti ve yarı finale
yükseldi. Atletico Madrid’in bugüne kadar Şampiyonlar Ligi’ndeki en büyük
başarısı bundan tam 40 yıl önce yani 1974 yılında Bayern Münih ile oynadığı final
maçıydı. Normal süresi 0-0 biten, uzatmalarda 1-1 eşitlik devam eden maç, iki
gün sonra tekrar oynanmış ve kupayı Alman ekibi evine götürmüştü.
Ben bu yazının finaline gelirken,
Şampiyonlar Ligi’nde henüz yarı final karşılaşmaları oynanmadı. Ancak bir
süredir sakatlığı yüzünden oynayamayan ve bu karşılaşmada forma giymeyi
bekleyen bizim Bayrampaşalı çocuğun yine bir mesajı var:
“Yarı finale kadar geldikten sonra finali
neden oynamayalım? Tarih yazmak için ideal bir zaman.”
Kim bilir belki de futbol Tanrıları çoktan
yeni bir hikaye hazırlamıştır. Yıl 2014, “Atletico Madrid benim hayatımın
özeti,” diyen kulübün efsane ismi Luis Aragones’in hayata veda ettiği yıl, son
Şampiyonlar Ligi başarısından da tam 40 yıl sonra, belki Atletico Madrid ve
Bayern Münih bir kez daha finalde karşılaşır. Sonrası mı? Sonrası için siz
sadece bir dilek tutun...