Futbolun düdük çalmadan önceki en
heyecanlı bölümüdür transfer ayları. Taraftarlar gözleri akıllı telefonlarında
veya sosyal medyada, imza atan oyuncu listesine göre kimi erken şampiyonluğunu
ilan eder, kimi isyan eder yöneticilere. Bir tarafta yöneticilerin vizyonu, bir
tarafta kulübün bütçesi, diğer yanda ise taraftarların hayali. Kimi balon olur
patlar, kimi sürpriz yumurta misali sezon ortası yüz güldürür.
İşte bu sezon Türkiye’de yeni
izleyeceğimiz futbolculara kısa bir bakış...
Samuel Eto’o (Antalyaspor): Dört kez Afrika’da
“Yılın En İyi Oyuncusu” seçilen Eto’o, sadece doğduğu kıtada kaldırdığı kupalar
ile değil, oynadığı takımlar ile de kazandıklarıyla tam bir kupa canavarı.
Resmi kayıtlara göre 1981 doğumlu. Ancak o bölgenin bir gerçeği de resmi
kayıtların aslında pek de resmi olmayışı. Hatta Chelsea’de oynadığı dönemde
teknik direktörü Mourinho şöyle demişti:
“Elimde
forvet yok. Eto’o’ya sahibiz ama o da 32 yaşında. Gerçi 35 yaşında da
olabilir.”
Eto’o ise bu durumla barışık. Teknik
direktörüne tepkisini Tottenham maçında attığı golden sonra, köşe bayrağını
tutan yaşlı adam pozu ile göstermişti. Bu neşeli adamın kariyeri boyunca belki
de keyfini en çok kaçıran olay, Barcelona’da oynadığı dönemde Zaragoza maçında
maruz kaldığı ırkçı tezahüratlardı. Sahayı terk etmek istedi, zor ikna edildi.
Ama o gün verdiği kararla bir daha asla ailesini tribünlere getirmedi. Beşiktaş
tribünleri ise o dönemde “Hepimiz zenciyiz, hepimiz Eto’o’yuz.” Sloganlarıyla
desteğini golcü yıldızdan eksik etmedi. Real Madrid, Mallorca, Barcelona derken
İbrahimoviç karşılığında Inter’e gitti ve daha sonra kendisini Chelsea’ye de
transfer edecek olan Mourinho ile çalıştı. Bu arada milli takım kariyeri de son
sürat devam ediyordu. İki defa kaldırdığı Afrika Uluslar Kupası’nın en fazla
gol atan oyuncusu olmuştu. Ancak söz verilen primler ödenmediği için tüm
arkadaşlarını greve sürükleyip federasyondan 15 maç ceza almak da bu
başarısının bir ödülü olmuştu. Chelsea’den Everton’a ve oradan da Antalyaspor’a
transfer olan Eto’o’nun kaldırdığı kupa sayısı, gol krallıkları, aldığı
ödülleri buraya sığdırmak imkansız. Merak edenleri internet başına davet
edelim. Bütün başarıları bir yana onun hayattaki en büyük rolü doğduğu
coğrafyadaki çocuklara bir umut olmak. Bir gün onların da çemberlerini
kırabileceklerini tüm kıtaya göstermek.
Andreas Beck (Beşiktaş): 1987 yılında Rusya’da doğan, Almanya’da
büyüyen Beck aslında futbola her Türk gibi mahalle arasında başlamış. Almanya’ya
her göç eden ailenin yaşadığı zorlukları Beck ailesi de yaşamış. İlk yıllar
karavanda yaşamışlar. Stuttgart alt yapısında futbola başlayıp A takıma
çıktıktan sonra Hoffenheim’a transfer olup takımın Bundesliga’daki çıkışında
rol oynayan önemli oyunculardan biri oldu. Burada yedi sezon geçiren ve
kaptanlık yapan Beck’in akıllarda kalan en önemli anı Bayern Munih maçlarında
Ribery’i etkisiz hale getirdiği pozisyonlar. En önemli özelliği saha içinde liderlik
almaktan kaçmaması, soğukkanlılığı ve ikili mücadelelerde kolay kolay
yıkılmıyor oluşu. Bunlar onu iyi bir sağ bek yapıyor. Bir de hem hücumda hem de
savunmada iki ayaklı olması çok avantaj sağlıyor. Ancak zaman zaman pozisyon
üretme konusunda sıkıntı yaşayabiliyor. Ceza sahasına sokulabileceği
pozisyonlarda zamanlama hatası yaptığı olabiliyor. Bu noktada her şey takım
olarak oyuncuların kimyaların uyuşmasına bağlı. Saha dışında ise karşımızda bir
kitap kurdu var. Dostoyevski ve Nietzsche tutkunu. Felsefe, biyografi,
teknoloji kitapları ne bulsa okuyanlardan. Alman medyasının futbol dışında
sohbetlerde en çok kapısını çaldığı isim. Yapılmış bir sürü edebiyat röportajı
var. Beşiktaş’ın filozof taraftar grubu Çarşı tam kendilerine göre bir sağ bek
izleyip alkışlamaya hazır olsun.
Nani
(Fenerbahçe): Çoğu yıldız futbolcunun geçmişine baktığınızda yokluk, acı ya da kayıplar
olduğunu görüyoruz. 1986 yılında Afrika’da doğup Portekiz’de büyüyen Luis
Carlos Almeida da Cunha ya da ablasının taktığı ismiyle Nani de zor bir
çocukluk geçiren futbolculardan. Yedi yaşındayken babası tatile gittiğini
söyleyip evden çıktı ama bir daha geri dönmedi. Oniki yaşındayken bu sefer
annesi yoksulluktan kaçmak için Hollanda’ya gitti ve o da dönmedi. Nani
teyzesiyle birlikte gençlerin üçte birinin sabıkası olduğu bir kasabada futbola
bütün ümitlerini bağlayarak büyüdü. Mahallede top oynadığı arkadaşlarından biri
bizler için oldukça tanıdık bir isim: Beşiktaşlı Fernandes.
17 yaşında
Sporting Lizbon, 20 yaşında ise Manchester United’a imza attı. İlk zamanlar
Cristiano Ronaldo ile aynı evi paylaştı. Para kazanmaya başlayınca önce babası
sonra annesi geri döndü. Manchester United’da geçen yedi harika yılın ardından
Van Gaal’in gelişiyle Sporting Lisbon’a kiralandı. Alex Ferguson sayesinde her
iki ayağını da kullanabilen çok etkili bir kanat oyuncusu haline gelmişti.
Hatta 2011 yılında Ballon d’Or’a bile aday gösterildi. Fakat 2012-13 sezonunda
sakatlandı ve sonra bir daha tam anlamıyla eski performansına dönemedi. Önce
Ferguson’un gözünden düştü, sonra yeni gelen Hollandalı beklentilerini
karşılayamadığını öne sürüp eski kulübüne kiralanmasını sağladı.
Her ne kadar
karşımızda eski fırtına Nani’yi göremeyecek olsak da, her Portekizli futbolcu
için söylenen “Avrupa’nın Brezilyalıları” sözü Nani için de geçerli. Çok hızlı
adam eksilten, dripling becerisi yüksek, kolay ve seri çalım atabilen, süratli
bir futbolcu Nani. Her iki kanatta da oynayabiliyor. Hızlı hücumlarda
durdurulması çok zor. Aynı zamanda gol pozisyonu hazırlayabilen, adeta bir
asist makinası. Kanat-forvet olarak oynayabilen ve zaman zaman jeneriklik
goller atıp, kendisiyle özdeşleşmiş gol sevinci perende ile de tribünleri
coşturan bir futbolcu. Bu tarz futbolcuların hepsinde olan bir özellik maalesef
Nani’de de var. Fazla özgüvenin getirdiği bencillikle bazen topu ayağında çok
tutuyor, ya da açısı kötü olmasına rağmen gereksiz şut atıp pozisyon
harcayabiliyor. Varsın olsun. Şu bir kesin top ayağına her değdiğinde
tribünleri ayağa kaldırabilecek bir oyuncu izleyeceğiz bu sezon.
Simon
Kjaer (Fenerbahçe): Fenerbahçe’nin 1989 doğumlu, yeni defansı 1.89’luk boyuyla dev bir
Danimarkalı. Burada henüz alt yapıda oynarken önce Lille, sonra Real Madrid
gibi dev kulüplerin ilgini çekmiş ancak yapılan teklifler yetersiz bulunduğu için
yuvadan uçmasına izin verilmemişti. Sonunda ilk profesyonel sezonun ardından
önce Palermo, sonra da Wolfsburg forması giydi. Wolfsburg yılları pek de parlak
geçmeyince, önce Roma’ya kiralandı, ardından da Lille ile imza attı.
Uzun boyu ve fit
vücuduyla bir defans oyuncusu için en önemli özellik olan güç ve sağlamlığa
sahip. Tam bir görev adamı. Kendisine verilen taktikleri uygulamakta usta.
Frikik de atabiliyor. Soğukkanlı ve az hata yapmaya çalışan, garantici, çalım
atmayı sevmeyen bir oyuncu. Ancak kötü geçen Wolfsburg yıllarından sonra maç
içinde işler kötü gittiğinde konsantrasyonu çabuk dağılıyor. Bu dev adam birden
güven kaybedip, saha içinde pozisyon kaybetmeye başlayabiliyor. Bu gibi
durumlar ile karşılaştığında Bruno Alves’in toparlayıcı rolü çok önemli
olacaktır.
Robin
van Persie (Fenerbahçe): 1983 yılında doğan ve 2014 Dünya Kupası’nda İspanya’ya attığı golle “Uçan
Hollandalı” lakabını kazanan van Persie, İngiltere’de iki kez gol kralı olmayı
başarmış bir yıldız. Sırasıyla Feyenoord, Arsenal ve Manchester United forması
giyen santrafor, özellikle Hollanda’da oynadığı dönemde itaatsiz ve kibir
davranışlarıyla eleştirilmişti. Sonra Thiery Henry’li, Bergkamp’lı Arsenal’de
zirveye çıktı ve büyük golcü tanımını hak etti. Sadece attığı goller ile değil,
Arsenal’de oynadığı dönemde geçirdiği sakatlık sonrası bileğini “at plasentası”
ile tedavi ettirdiği yönünde çıkan haberlerle de, İngiliz basınında hep gündem
konusu oldu. Genç oyuncular için her zaman iyi bir motivasyoner van Persie.
Hatta hatırlayacaksınız Oğuzhan Özyakup her fırsatta ona teşekkür ediyor. Manchester
United dönemine ait söylenebilecek en önemli şey tüm kritik maçlarda attığı
goller ile takımına kazandırdığı galibiyetler olmalı. Bu galibiyetler sonunda
da takımına lig şampiyonluğunu kazandıran isim oldu. 38 lig maçında 26 gol
attı.
Kaptanlığını da yaptığı milli takımda da
kariyeri pek farklı değil. 98 maçta 49 golü var. Pierre van Hooijdonk ve Dirk
Kuyt'tan sonra Fenerbahçe forması giyen üçüncü Hollandalı olacak. Bizlerse en
çok uçarak atacağı golleri heyecanla bekliyoruz.
Lukas
Podolski (Galatasaray): Aslında 1985 yılında Polonya’da doğan Podolski,
ailesiyle birlikte çocuk yaşta Friedland Mülteci Kampı’na göç edince Almanya
macerası başladı. İleri ki yıllarda milli takım forması seçeceği zaman da
tercihini Almanya’dan yana kullanacaktı. Profesyonel futbolda ilk üç yılını
Köln’de geçirdikten sonra, her ne kadar takımın en golcü ismi de olsa, Köln
küme düşerken, o da Bayern Munih’e imza attı. Burada geniş kadro sebebiyle hiç
bir zaman ilk 11 oyuncusu olamadı ama toplamda 106 maça çıkıp 26 gol attı.
Sonra yine eski takımı Köln tarafından transfer edilmek istendi. Hatta kulüp
onu transfer edecek kaynağı yaratmak için ilginç bir yönteme başvurdu. Bir web
sitesi açarak Podolski’nin 8×8 piksellik bir fotoğrafının piksellerini satışa
çıkardı. F1 pilotu Schumacher de yaklaşık 900 avro ödeyerek bu
piksellerden satın aldı. Podolski’de 2014 yılı geldiğinde Dünya Kupası’nı
efsane F1 pilotu Michael Schumacher’e adayacaktı. Tıpkı Taffarel’in 1994 Dünya
Kupası’nı Ayrton Senna’ya adaması gibi. II. Köln yılları yine birbiri ardına
goller ama yine küme düşen bir takım. Podolski bu sefer rotayı İngiltere’ye
çevirdi ve üç yıl boyunca Arsenal’in önemli oyuncularından biri oldu. İlk
sezonunda yıldızlaşmış olmasına rağmen sonrasında uzun süren bir sakatlık
nedeniyle sahalardan uzak kaldı. Kariyerindeki tek tatsız olay, 2009’da
Galler’le karşılaştıkları Dünya Kupası grup eleme maçında, bir pozisyon üzerine
takım kaptanı Michael Ballack ile tartışıp tokat atmasıdır.
Podolski’nin en
önemli özelliği kanatta oynamasına rağmen golcü bir futbolcu olması. Kilit
açan, gol atamazsa attıran bir oyuncu. İyi bir şut tekniği var ve
Galatasaray’ın ihtiyacı olan hücumda bitiriciliği yapabilir.
Stéphane
M’Bia (Trabzonspor): 1986 doğumlu olan Kamerunlu oyuncu tıpkı Kjaer
gibi devasa bir fiziğe sahip. Bugüne kadar oynadığı takımlarda hiç de fena
sayılmayacak goller de atmış olan bir futbolcu. Bunu özellikle içe hızlı kat
edebildiği koşularla sağlıyor. Boşluğu iyi belirleyip öldürücü koşular yapmakta
zorlanmıyor. Fizik gücünü prese çevirmeyi de çok iyi becerebildiğini söylemeye
gerek yok. Hem defansif orta saha hem de stoper olarak oynayabilir. Duran
toplarda oldukça etkili.
Son iki sezondur
sakatlıklar yüzünden oldukça sıkıntılar yaşayan oyuncu maalesef Trabzon’a da
gelir gelmez, daha ilk idmanda sakatlandı. Bu noktada Trabzonspor sağlık
ekibinin ona özel bir beslenme ve egzersiz planı hazırlamaları şart gözüküyor.
Bir zamanlar hem Galatasaray hem de Trabzonspor da oynamış olan Rigobert Song
onun için şöyle diyor:
“Kale kapısı gibi güçlüdür, güven verir. Orta
sahada yanında oynayan teknik oyuncuyu çok rahatlatır. Biraz duygusaldır ama sahada
yüksek konsantrasyonla oynar.”
Milli takımdan
arkadaşı Webo ise şöyle diyor:
“Benim profesyonelliğimi bilirsiniz. İşte M’Bia
benim 3 katım daha profesyonel.”
Kariyerinde
canını en çok sıkan olay da yine yolu Türkiye’den geçmiş bir futbolcuyla
yaşanmıştı. Fransa’da Rennes’de oynarken Milan Baros da Lyon forması giyiyordu.
M’Bia’nın yoğun markajından bunalan Baros, bir pozisyonda yaşanan tartışmayla
M’Bia’nın yüzüne “çok kötü kokuyorsun” anlamında burnunu tutarak ırkçı bir
hakarette bulunmuştu. Baros bu olayla sadece 3 maç ceza almayıp, aslında ömür
boyu arkasında taşıyacağı bir kötü bir ize de imza atmıştı.