31 Mayıs 2016 Salı

Zirveye Tırmanış : Volkan Babacan

Bazı insanları tanıdıkça anlarsınız. Anladıkça seversiniz, sevdikçe ondan bir şey öğrenirsiniz. Çevresindeki her şeyden biraz cebine koyarak, doğru bildiği yolda yürümeye çalışan bir genç adam. Sessiz görüntüsünün altında aslında anlatacak çok sözü var. Tanıdığınıza memnun olacaksınız.




Boyu uzun olan sporcuların basketbolu tercih etmelerini beklemek gibi bir klişe vardır. Sen de bu boyla neden futbolu tercih ettin?
Aslında doğru söylüyorsun, ben de başta futbolla pek alakalı değildim. Okulda önce basketbol oynamaya başladım, çok da seviyordum. Bak sana şöyle söyleyeyim, mahallede maç yapan çocukların topu önüme geldiğinde, basket ayakkabılarım eskimesin diye ayağımla vurmaz, elimle alıp çocuklara geri atardım. Çocuk aklı o zaman basketbol bana salonda oynanan, üstünün başının kirlenmediği temiz bir oyun gibi geliyordu. Halbuki futbolda tozun toprağın içindesin. O derece ilgisizdim. Okulda sadece spor amaçlı basketbol oynuyordum, profesyonel sporcu olmak gibi bir niyet ne ben de ne de ailem de yoktu. Babam askerdi. Ben de askeri lise sınavlarına girip, hava harp akademisini kazanmayı hedefliyordum. Bu arada babam hayatı da öğreneyim diye beni bir akrabamızın yanına kuyumcu dükkanına çırak olarak yolladı. Yazları çalışıyordum ama para almıyordum, babam ay sonu harçlığımı veriyordu.

Peki futbola nasıl ısındın?
Bir gün müdür yardımcısı beni yanına çağırdı. O zaman 13 yaşımdayım, okulda da en uzun boylu benim. Okul futbol takımı seçiliyormuş, beni de kaleci olarak düşünmüşler. Tamam hocam dedim ama hiç istemiyordum. Ertesi gün okula gitmedim. Sonraki gün gidince sıkı bir fırça yedim. Baktım hala beni antrenmana çağırıyorlar, açık açık söyledim, “Hocam ben istemiyorum,” diye. Hocam, Ahmet Karsavurdan “Bu senin isteğinle olacak bir şey değil, bu bir okul takımı, sen de bu okulun bir öğrencisisin, dolayısıyla bu takıma katkı yapman gerekir.” Ben hala gönülsüzüm ama. Sonra beni tekrar yanına çağırdı. Bana bir çift eldiven ve krampon almış. Bir çocuğu tam can evinden vuracak hareket. Belki çok ufak bir şey ama birinin beni düşünmüş olması beni çok etkilemişti. Hala o hissi çok net hatırlarım. Öyle başladım.

Sonra basketbolu ne zaman bıraktın?
Bir süre ikisine de birlikte devam ettim. Futbol takımı olarak Antalya şampiyonu olduk. Penaltılar kurtardım. Okulda bir anda popülaritem arttı. Hocalar çok destek oluyor. Kazandığımız maçlardan sonra bizi yemeğe götürüyorlar. Bir çocuk için bunlar o yaşlarda çok cazip geliyor. Bir sene sonra basketbolu bıraktım. 

Futbolu profesyonel oynamaya da o Antalya şampiyonluğundan sonra mı karar verdin?
Evet, takımdan arkadaşlar Fenerbahçe’nin seçmelerine gidecekti. Ben de gitmek istedim ama seçilme fikri hiç kafamda yoktu. Arkadaşlarımla İstanbul’a gideceğim, dolaşacağım, ne güzel diye düşünüyordum. Seçmelerde Yavuz Şimşek ile tanıştım. 2-3 dakika bana top attı, sonra “tamam, duşunu al odama gel,” dedi. Gittim yanına, “Sen hiç bir şey bilmiyorsun,” dedi. Ben de o ana kadar kendimi Antalya’da iyi kaleci olarak görüyordum. Şampiyon olmuşuz falan, bir havalıyım. Pat diye öyle deyince bir an bozuldum. Sonra “Kalecilik tekniği olarak hiç bir şey bilmiyorsun ama fiziğin yeterli. Eğer akıllı olursan ve sana göstereceklerimi hayata geçirebilirsen iyi bir kaleci olabilirsin.” dedi. Ben o mutlulukla Antalya’ya ailemden izin almaya gittim.



DEREAĞZI’NDAKİ İKİNCİ GÜNÜMDE AİLEME “GELİN BENİ ALIN” DEDİM

Tahminimce o izin pek kolay çıkmaz...
Ne diyorsun, duyunca herkesin yüzü bir düştü, kimse istemiyor. Eyvah dedim. İki günüm var İstanbul’a geri dönmek için. Beni aldı bir panik. Bizim ailede bir alışkanlık vardır. Önemli bir karar alınıyorsa, akşam yemeğinde babam herkese tek tek fikrini sorar ve hep beraber karar verilir. O akşam da benim için oylama yapıldı. Kimse gitsin demedi. O yaşta benim başka bir şehirde yaşama fikrim bile dayanabilecekleri bir şey değildi. Benim bütün hayallerim yemek masasında söndü. Sonra akşam babam beni yanına çağırdı, gidebilirsin dedi. İnan ben “nasıl, neden” falan hiç bir şey sormadım. Karar değişir diye korkumdan. Sonra aradan yıllar geçince babam “Eğer biz sana o gün engel olsaydık sen ileride bize sitem edip, ben de bir Rüştü olacaktım dersen, ben o gün yerdim.” dedi.

Ailenden uzakta ilk gecen nasıl geçti?
Pek kolay günler değildi. Tesislerde, Dereağzı’nda kalıyordum. İlk gece hiç uyuyamadım. Ertesi gün ailemi aradım. O zaman cep telefonum da yok. Yakında bir büfe vardı, oradan arıyordum. Ağlayacağım ama onlara belli etmeyeyim diye ağlayamıyorum. Konuşmanın yarısında ben dayanamadım, “Gelin beni alın ben yapamayacağım.” dedim. Sonra Yavuz Hoca’ya gittim, dönmek istediğimi söyledim. Hoca bana ne kadar şanslı olduğumdan, milyonlarca gencin orada olmak istediğinden bahsetti, hafiften de bir fırça attı. Ben tekrar ailemi arayıp dönmüyorum dedim. Yavuz Hoca’nın benim üzerimde emeği çoktur. Bugün evimde bir rahatım, altımda bir arabam varsa, bu hayatı yaşayabiliyorsam bu Yavuz Şimşek’in sayesindedir. Bunu da her söylediğimde tüylerim diken diken oluyor.

Fenerbahçe Türk futboluna ve Milli Takım’a önemli kaleciler kazandırdı. Bu konuda rakiplerinden bir adım öndeler. Neyi farklı yapıyorlar?
Engin İpekoğlu, Rüştü Reçber, Volkan Demirel peş peşe gelen Türk futbolu için önemli isimler. Bizim zamanımızda her sabah sadece bize özel kaleci antrenmanı yapıyorduk. O dönemde o yaş grubunda bunu yapan tek kulüp olabiliriz. Akşamları da takımın antrenmanına katılıyorduk. Bir de Fenerbahçe tercihini genelde yerli kalecilerden yana kullandı. Engin abi sakatlanınca, yabancı kaleci transfer etmektense Rüştü abiye şans verildi. Ve hep böyle devam etti.

Futbol aslında bir takım oyunu olmasına rağmen, kaleci olarak takımdan uzak ve bireyselsin. Çoğu zaman idmanlarınız bile ayrı. Kendini maç sırasında yalnız hissediyor musun?
Kaleci kötü gol yediği zaman kendini çok yalnız hisseder diye bir görüş vardır. Hatta kameralar o golden sonra direkt onun yüzüne fokus yaparlar. Bence öyle değil. Onlar beni koruyorlar, ben de onları koruyorum. O yalnızlık psikolojisini ben pek doğru bulmuyorum.


KÜÇÜK FARKLAR BÜYÜK SONUÇLAR DOĞURUR

Uzun süre baskı kurarak oynadığınız, topla buluşamadığın zamanlarda konsantrasyonunu nasıl sağlıyorsun?
Zaten kalecideki en büyük problem konsantrasyon. Kaleciler arasında çok büyük farklar olduğunu düşünmüyorum. Belli bir limitten sonra çok ufak farklar çok büyük detayları ortaya çıkarıyor. Mesela %95 konsantrasyonu, %96 yapabilmek seni rakiplerinden bir adım öteye taşıyabiliyor. Ben çok uzun süre topla buluşamadığım zamanlarda hep “şimdi çok zor bir top gelecek ve ben onu inanılmaz bir şekilde kurtaracağım.” hayalini kurarım.

Konsantrasyonunu geliştirmek için yaptığın özel bir çalışma var mı?
Milli takımda Alper Boğuşlu hocamızın bana söylediği ve kendime felsefe edindiğim bir şey var. İki sene önce Manisaspor’da oynuyordum, hedeflerim tabii ki burasıydı. Orada oynadığım zamanlar bir şekilde idare ediyordum ama artık yukardayım, zirveye yakın. Zirvede oksijen de daha az, daha soğuk üzerinde daha kalın bir şeyler giymen lazım, cebine ekstra yemek koyman lazım. Yani zirveye çıkmak ve kalmak istiyorsan donanımını artırman lazım. Ben de bunu yapmaya çalışıyorum. Her şeyi cebime koymaya, biriktirmeye çalışıyorum. Her hafta düzenli gittiğim, hedeflerim hakkında ve nasıl ilerlemem gerektiği hakkında konuştuğum bir profesyonel var. Sadece saha içi diye de düşünme. İnsan ilişkilerinden sosyal yaşama kadar her konuda fikir aldığım biri. Çünkü sosyal hayatında yaşadığın sorunlar gün gelir profesyonel hayatını da etkiler. Hangi ortamda nasıl olmalıyım, hangi yönlerimi ön plana çıkarabilirim, mesela üç dakika konuşacaksam, o sürede herkese nasıl hitap edebilir, etkin mesaj verebilirim gibi konularda çalışıyorum.

Kalecilerin önsezisi kuvvetli olmalı derler. Bu doğuştan mı olur yoksa sonradan geliştirilebilir mi?
Ben kendi adıma önsezilerime dayanarak sahada bir şey yapmam. Çünkü her şeyin bir tekniği var. Ben karşımdaki oyuncuya bir tepki vermek için varım sahada. Oyuncuların vuruş anları, ayağını bastığı yerler, açıları bunlara odaklanırım, içimdeki ses o an başka bir şey dese bile. Çünkü o sesin beni yanıltma ihtimali her zaman var. Özellikle penaltı kurtarışlarında bu sezgi kelimesi çok kullanılır. Ama bence orada da yanlış ifade ediyoruz. O kurtarışta illa penaltı atan oyuncunun ya bir bakışını, ya destek ayağını yakalamak gibi saniyelik bir farkındalık demek daha doğru.

Sen idmanlarda penaltı atma çalışmaları yapıyor musun?
Çok güzel penaltı atan kaleciler var ama benim işim tutmak diye düşünüyorum, özel bir çalışma yapmıyorum.

Fenerbahçe’den Kayseri’ye kiralanma hikayende bir Türkiye Kupası finali var. Senin de kendi performansını pek beğenmediğin ve çok da eleştirildiğin. O süreçte neler hissettin?
Fenerbahçe’de oynadığım süre boyunca Beşiktaş’la kupa finalinde oynadığım gibi kötü bir maç oynadığımı hatırlamıyorum. O güne özel bir etken de yoktu. Bir anlık konsantrasyon kaybıydı belki bilmiyorum. Bundan sonra hiç kötü maç çıkartmayacak mıyım, elbette yine kötü maçlarım da olacaktır. O dönem Fenerbahçe Türkiye Kupası’nı kazanamayalı çok uzun yıllar olmuştu, o yüzden çok kıymetliydi. Aragones takımın başındaydı ve tüm grup maçlarında ben oynamıştım. Yani tam çıkarken çok sert bir düşüş yaptım. Böylesini ben de beklemiyordum.

Kayseri’de de pek forma şansı bulamadın...
Fenerbahçe maçında yediğim golden sonra çok acımasızca eleştirildim. Süleyman Hurma o zaman kulüpteydi, bana “Taraftarın çok baskısı var o yüzden seni oynatamayacağız.” dedi. Odadan çıktım televizyonda kadro dışı kaldığım haberini gördüm. Yani bana tebliğ etmeden önce basının zaten haberi varmış. Beni tanıyan herkes bilir, ben öfkesini, heyecanını, sevincini belli edebilen biri hiç olamadım. Hep içimde yaşarım. Kadro dışı kalmak insana çok gurur kırıcı geliyor. Ben de o noktada bir adım daha geri gelip, Manisaspor’a transfer oldum. Orada da takım ligden düştü.

O süreçte hiç bırakmayı düşündün mü?
Hiç düşünmedim. Her şeyin benim elimde olduğunu biliyordum. İki yıldır düzenli oynamıyordum. Hiç bir kulüp bu kadar uzun süre forma giymeyen bir kaleciyi transfer etmek istemez. Ben de Manisaspor’da ve PTT 1. Lig’de kalmaya karar verdim. O sene iyi geçti, play-off finali oynadık. Manisaspor kulübü çok saf, çok amatör duygularla, aile ortamı sunan bir kulüptür. Maddi anlamda bir şeylerin peşinde koşmayan, sevgiye saygıya çok kıymet veren insanlar çalışıyor orada. Sonra bir yıl daha geçirdim orada ve Başakşehir’e geldim.


EN İYİ KURTARIŞIMI DAHA YAPMADIM

Başakşehir’e gelmende Abdullah Avcı faktörü ne kadar?
Tamamen onun etkisiyle geldim. Hocanın yeri bende çok ayrıdır. Bu kulübe gelebilmek için can attım diyebilirim.

Sence hayatının kırılma noktası neresi?
Burası, Başakşehir.

Başakşehir bir proje takımı gibi. Geçen sezon ligi üç büyüklerin ardından dördüncü sırada bitirdi, bu sene de muhtemelen aynı istikrarını koruyacak. Senin ağzından burası nasıl?
Biz burayı evimiz gibi görüyoruz. Hem o sıcaklık hem de disiplin var. Bu yüzden kurallara uymak hiç gözümüzde büyümüyor. Mesela diğer kulüplerde arkadaşlar saat 10’daki idmana 9:30’da gelip, idman bitince duşunu alıp gidiyor. Biz iki saat öncesinde burada oluyoruz, kahvaltımızı burada yapıyoruz, ardından günlük toplantımız ve sonrasında idmana çıkıyoruz. İdmandan sonra da öyle hemen kaçmak yok. Öğle yemeğini yiyip, dinleniyoruz, birlikte vakit geçiriyoruz. Sonra eve gidiyoruz.

Abdullah hoca ile çalışmanın en iyi yanı ne?
Hoca samimiyeti ve mesafeyi çok iyi ayarlayabilen biri. Eğer onu iyi tanımaya çalışırsanız, size katacağı özellikle manevi değerler çok fazladır.

En iyi kurtarışın hangisiydi?
Daha yapmadım.

Yediğin ve unutamadığın gol hangisi?
Bilica Sivasspor’da oynuyordu. Ben de Fenerbahçe’de oynarken ondan bir frikik golü yemiştim. Bayağı güzel bir goldü.

Maçlardan önce bir uğurun var mı?
Sevdiklerimi aramadan çıkmam.

En büyük korkun ne?
Hep korktuğun şey başına gelir derler ya. İşte o laftan çok korkarım. Bir çocuğum olmasını çok isterim. Olmamasından hep çok korkarım.

Sence en kuvvetli olduğun ve geliştirmen gereken yönlerin neler?
Konsantrasyonumu daha da geliştirmem gerekir. Güçlü olduğum taraf ise, çok fazla her şeyi kafama takmama huyum. Fazla dert edinmem, hep önüme bakarım.

Refleks geliştirmek için yaptığın özel antrenmanlar var mı?
Refleks çok gelişen bir şey değil. Çünkü refleks bizim elimizde olmayan nedenlerle gösterdiğimiz tepkiler. Mesela ben yüzüne doğru bir şey atsam gözünü hemen kapatırsın. İşte o bir refleks. Kaleci müthiş bir refleksle top kurtardı denir. O yanlış bir tabir aslında. Onun yerine reaksiyon sürati demek daha doğru. Bu sürati geliştirmek algı antrenmanı yaparız. Çünkü algı reaksiyonu çok süratlendirir.

Salon egzersizi olarak neler yapıyorsun?
Fazla kilo ile çalışmaktansa kendi vücut ağırlığımı kullanarak çalıştığım egzersizler yapıyorum. Hem kuvvet kem de kuvvete dayalı çabukluk çalışması gibi düşünebilirsin. Yani düşük ağırlıkla 3x20 çalışıyorum.


BİR ARKADAŞIMA BENİMLE SANAT GALERİSİNE GEL DESEM GELİR Mİ?

Yakın vadede hedefin ne?
Avrupa’da oynamak. İngilizce öğrenmeye başladım. Hep hayal ediyorum, Avrupa’da bir kulüpte oynuyorum, basın toplantısına çıkmışım, yanımda tercüman olmadan konuşuyorum.

Diyelim jübile maçına çıkıyorsun, elinde mikrofon saha içinde tribünlere bir konuşma yapıyorsun. Ne dersin?
Dur yahu nereye gittin hemen. Daha on sene oynarım ve bir o kadar sürede düşünürüm o konuşmayı ben. Jübile falan hiç hayal etmedim ama herhalde bir teşekkür konuşması olur. Ve kısa olur sanırım, beceremem uzun konuşmayı. Bir de soyunma odasına girince kesin ağlarım. Umarım ben bıraktıktan sonra da uzun yıllar konuşulurum.

Kendine bir nasihat verecek olsan...
Duygularımı biraz daha gösterebilmeyi isterdim. Mesafeli gibi duruyorum ama insanlar beni tanıdıkça aslında sıcakkanlı olduğu anlıyor. Çok fazla arkadaşım yok. Aynı frekansı yakalayabileceğim insan çok az çevremde. Mesela resim ve sanata ilgim var. Ufak çapta bir koleksiyonum da var. Galeri gezerim. Şimdi bir arkadaşıma söylesem gelmez benimle. Ben Devrim Erbil’in atölyesine gider sohbet ederim bazen. Söylesem ben ne yapayım derler bana.

Şu ara ne okuyorsun?
pH mucizesi diye bir şey okuyorum. Hatta bu içtiğimiz sulara da bayağı takığım. Sporcu beslenmesine uzak bir konu aslında. Proteinlerin çok asidik olduğunu söylüyor. Yani temeli vücudumuzun alkalik olması üzerine kurulu.

Mucizelerle geçen İzlanda maçını anlatsana...
İnan o maçla alakalı hiç bir şey hatırlayamıyorum ben. Tek hafızamda kalan gol anı, Selçuk’un önden herkesin onun arkasından koşması.

Fatih Terim ile beraber çalışmak nasıl?
Hollanda maçı öncesi, ben çok stresliyim. Kaybetsek belki Avrupa Şampiyonası hayalleri bitecek. Soyunma odasındayız, hoca bir şeyler anlatıyor. Zaten biliyorsun hocanın maçtan önceki konuşmaları bir efsanedir, adeta gözümüzden ateş çıkartır. Konuşması bitti ama bana hiç bir şey söylemedi. Sonra tam çıkarken “Kaleci, sana bir şey söylemeye gerek yok sen yaparsın yapacağını,” dedi. Onun sadece bu tek cümlesi ve bunu söyleyiş tarzı bana öyle bir güven verdi ki, bütün heyecanımı aldı götürdü. Fatih Hoca işte bu yüzden farklı biri.

Hepimizin içinde milli duygular baskın. Sen kendi içindeki milli duyguyu nasıl anlatırsın?
Bu ülke için yapılan bir görev. Biz belki sadece spor anlamında bir misyon yükleniyoruz. Bu görev bana verildiği sürece en iyisini yapmaya çalışacağım. Çünkü benim bu vatana, bu yeşile, maviye, bu huzura, rahata en büyük borcum. Bugün bu bayrağı ben taşıyorum yarın başka bir arkadaşıma devredeceğim. Ama milli forma ve vatan sevgimizi hepimiz de aynı devam edecek.

Seni ne ağlatır?
Mutluluk.




Okuyucularımız halı sahada maç yaparken nelere dikkat etsinler

·      Frikik karşılarken,
Barajı iyi kurdurun, kapattığınız köşeyi sakın bırakmayın, yine de vuran kişi çok iyi vurduysa, o golü yemekten de gocunmayın.

·      Penaltı karşılarken,
Rakibinizin destek ayağının burnunun nereye baktığına dikkat edin.

·      Birebir karşı karşıya kaldığında,
Kendinizi ne kadar çok büyütebilirseniz büyütün. Kollarınızı, bacaklarınızı açın, kalede devleşin.



Cruyff'u anlamak

Bir futbolcuyu hatta bir adamı özel kılan nedir? Yeteneği? Zekası? Fiziksel özellikleri? Espri anlayışı? Karizması? Liste uzar gider. 24 Mart’ta kaybettiğimiz Johan Cruyff’un kim olduğunu eminim biliyorsunuz ama neden özel olduğunu biliyor musunuz? Bu sorunun yanıtını en iyi yine kendisi, bir Cruyff sözü ile veriyor:
“Ancak anladığın zaman görmeye başlarsın.”



Cruyff’un futbolcu olarak keşfi kaderin bir oyunu. Babası Manus, Ajax kulübüne sebze, meyve satan bir manavdı. Annesi de kulüpte temizlik yapıyordu. Aile ilişkilerini kullanarak 10 yaşındaki Cruyff’u Ajax alt yapısına yazdırdı. Antrenmandan sonra diğer çocuklar eve giderken, o annesiyle beraber soyunma odalarına girip çıkıyor, krampon cilalıyor, yıkanmış formaları asıyordu, bazen de sahayı temizliyordu. Annesi ara sıra teknik direktör Spurgeon’un da evine temizlik için gittiğinde, Cruyff’u da yanında götürüyordu. Cruyff ise İngilizceyi o yaşlarda Spurgeon ile konuşa konuşa öğrenmişti. Hollandacası her zaman espri konusu olmuş Cruyff’un İngilizcesi bu kadar iyiyse sebebi o günlerdir.

***

Cruyff bir çok konuda ilke imza attı. Ajax’da parlamaya başlamış peşi sıra goller atıyordu. 1966 yılında ilk kez milli formayı da giydi. Ve daha ikinci maçında kırmızı kart gördü. Ne var bunda demeyin, o tarihe kadar milli forma ile kırmızı kart gören oyuncu olmamıştı. Cruyff’lu Ajax Avrupa’da fırtına gibi esiyordu ve sadece futbol oynamak Cruyff’a yetmiyordu. Sürekli toplantılar yapıp takım arkadaşlarına nasıl oynamaları gerektiğini anlatıyordu. Bu fikir çarpışmaları takımın diğer oyuncularını yormuş ve kaptanlık pazu bandını kimin takacağına yönelik yapılan bir oylamada Keizer seçilmişti. Cruyff veda vakti geldiğini anladı. Transfer görüşmesine menejeriyle gitti. Bu o dönemler görülmemiş bir şeydi. Futbol tarihinde bir ilke daha imza atan Cruyff’tan sonra futbolcuların menejerleriyle birlikte transfer görüşmesi yapması bir standart haline geldi.

***

Ajax’da oynadığı yıllarda rakip takım FC Groningen’den Piet Fratsen onun için şöyle demişti:
“Cruyff hiç öyle bir niyeti yokmuş izlenimi verse de sizi her seferinde alt ediyor. Siz daha onun ne yapacağını anlayamadan, yanınızdan geçip gidiyor. Bana da yaptı bir kez. ‘Vay’ diye geçirdim içimden, ‘Bir dahakine onu yakalayacağım.’ Biraz sonra yine yaptı ve onu yere indirmek için hamle yaptığımda sıçradı. Ne yapmak istediğimi hissetmişti. Ona vurma fırsatını bile zor buluyordunuz. Ama onun misilleme yaptığını hiç görmezsiniz. Yalnızca kendini savunur. Yeşil sahaların gördüğü en zeki futbolcudur.”

***
Cruyff'un Barselona'sı Deportivo ile oynarken Cruyff bildiği tüm numaraları ve o meşhur ''Cruyff dönüşleri '' ile sahaya damgasını vurmaktadır. Bir yandan da takım arkadaşlarını yönetmektedir. Ancak dakikalar ilerledikçe hakemi de yönetmeye başlayınca Jorge Valdano  dayanamayıp ''düdüğü de alıp maçı yönet o halde'' der. Cruyff ilk önce bu genç adamın ismini sonra da yaşını sorar. 19 cevabını alınca da Valdano'ya saha içinde minik bir ayar verir;
''İnsan 19 yaşındayken Cruyff'a ''Siz'' der.”


***

1968’de Şampiyon Kulüpler Kupası ikinci turunda Fenerbahçe ile eşleşen Ajax İstanbul’a geldiğinde tatsız bir sürprizle karşılaşır. Johan Cruyff’un da içinde bulunduğu takım otobüsü Mithatpaşa (İnönü) Stadı’na doğru seyrederken Osmanbey yakınlarında bir minibüs ile çarpışır ve büyük bir kargaşa başlar.
Maça geç kalmaktan korkan Cruyff otobüsten inerek bir süre minibüs şoförüyle tartışır. İş tatlıya bağlanınca da takım arkadaşlarıyla birlikte minibüsü iterek otobüsün yolunu açar ve takım geç de olsa maça yetişir. Merak edenler için not: Maç, Peter Keizer ve Klaas Nuninga'nın golleriyle 2-0’lık Ajax galibiyetiyle bitmiş.
Cruyff, Türkiye’de olduğu bu kısa sürede bir çok röportaj da veriyor. Türk futbolunun tesisleşme çalışması, mentalitenin değiştirilmesi gerektiği yönünde bir çok öğüt verir ve şöyle der:
“Almanya’da antrenör futbolcusuna ısınması için dört tur at der ve kahvesini içmeye gider. Oyuncu robot gibi o turları atar. Ama İspanya ve Türkiye gibi ülkelerde aynı talimatı alan futbolcu bir tur atıp, antrenörünün yanına gelir. 1960’larda Hollanda bir hiçti, 74’te ise final oynadık. Türk dostlarıma Hollanda’yı örnek almalarını öneririm.”

***

Cruyff jübilesini Ajax formasıyla yapacaktır ve maça Bayern Munih’i davet eder. Breitner’li Rummenigge’li Bayern tam kadro gelir. Ancak Hollandalıların 1974 Dünya Kupası’ndan kalan Alman takıntısı mıdır bilinmez, daha havaalanında Bayernli futbolcular ikinci sınıf muamele görmeye başlar. Kötü bir otelde konaklatılırlar ve dışarı çıktıkları anda halk tarafından “Nazi domuzları” hakaretiyle karşılaşırlar. Bunun acısı ise sahada çıkar. O hırsla Bayern Munih Ajax’ı 8-0 yener. Cruyff gibi bir efsanenin yeşil sahalara vedasının böyle olması da kaderin bir oyundur. O gün bugündür bir daha hiç bir Hollanda takımı jübile için Alman takımlarını çağırmıyor.


***

Cruyff Barselona’ya antrenör olarak geldiğinde Başkan Nunez’e şunları söylemişti:
“Öncelikle yapmamız gereken La Masia’ya bir özkaynak düzeni, altyapı inşa etmek. Siz binayı yapın, felsefi ve ruhani inşaatı bana bırakın. Orada sadece yıldız futbolcular değil, yıllarca bu kulübe hizmet edecek ortak bir felsefenin, güzel ve evrensel futbolun tohumlarını yeşertecek değerler yetiştireceğiz.”
Bu fikir üzerine La Masia, Ajax alt yapısı model alınarak tekrar şekillendi ve bugünkü sistem ortaya çıktı. Barselona’yı çalıştırdığı yıllarda idmanlara opera sanatçıcı getirdiği söylenir. Futbolcular doğru nefes alıp vermeyi öğrensin diye. Star Wars serisini izleyenler bilir. Jedi felsefesinin de başında bir Master Yoda vardır. İşte Barselona kulübünün Yoda’sı Cruyff oldu.

***

Cruyff futboldan herkesten iyi anlardı ama aynı zamanda her şeyi herkesten iyi anladığını düşünürdü. Chicagolu bir taksiciye şehre giden en kısa yolu söylemiş, Ian Woosnam'a ritmi değiştirmesini tavsiye etmiş ve baypas ameliyatından önce, cerrahıyla operasyon yönetimini tartışmıştı. Çocuklarının doğumunda Cruyff hemşirelerin bezi takışını denetlemiş, zaman zaman da kendisi el atmıştı.

***

Barselona’yı çalıştırdığı yıllarda Koeman’ı transfer etmişti. Koeman transfer kararını vermeden önce iki stada gelip atmosferi koklamıştı. Sonuçta daha az para kazanacak olmasına rağmen bu transfer teklifini kabul etti. Ve İspanya’da bir sezonda 15 gol atabilmeyi başarmış nadir defans oyuncuları listesine adını yazdırdı. Bu başarılı transferin ardından Cruyff, o dönem Milan’da oynayan Van Basten’in de aklını çelmek istemektedir. Ve o sıralarda verdiği bir röportajda aslında tüm oyun felsefesini bu iki oyuncu üzerinden anlatır:

“Futbolda son zamanlarda şöyle bir gelişme var: artık en yaratıcı oyuncular (ki bunlar genelde forvetler oluyor) en çok koşmak zorunda olanlar. Savunma ağırlıklı futbol oynayan bir takımda forvet için gol atma uzaklığı hemen 50 metreye çıkıyor. ben hücum futbolu oynattığım için benim forvetlerim sadece 15 metre koşmak zorundalar, tabii aptal değillerse ya da uyumuyorlarsa. Van Basten’i isteme sebebim bu. Bütün antrenörler çok koşmaktan söz ederken, ben çok koşmayın diyorum.  Futbol beyninizle oynadığınız bir oyundur. Doğru zamanda doğru yerde olmak zorundasınız, ne daha erken ne daha geç. Benim hücum oyuncum bire bir kaldığında hep şöyle derim: ‘Bunu tek başına halletsin.’ Sonra diğer oyuncularım ona yardım etmeyecek miyiz diye sorarlar. Ben de: ‘İlk olarak onun yoluna çıkabilirsiniz, ikincisi de ikinci bir hücum oyuncusu olarak oraya gittiğinizde rakibin de ikinci bir defans oyuncusunu yanınızda götüreceksiniz demektir. Ve ikiye iki, bire birden daha zordur.’ derim.”


***



FİLOZOF CRUYFF:

§  "Futbol basit bir oyundur, zor olan futbolu basit oynamak."
§  "Top her zaman bacaklardan hızlı yol kat eder"
§  "Tesadüfler de, planlı olabilir."
§  "Her dezavantajın avantajı vardır."
§  "Birçok insan hızın özünü kavrayamamıştır. Daha erken koşmaya başlarsan, daha hızlı koşarsın."
§  "Dinlere pek inanmam. İspanya'da maça çıkmadan önce 22 oyuncu istavroz çıkarır. Bu işe yarasaydı İspanya'daki her maç berabere biterdi."
§  "İtalyanlar size karşı asla maç kazanamaz. Ancak siz onlara karşı kaybedebilirsiniz."
§  "Aslında pek hata yapmıyorum, çünkü hata yapmak daha zor."

§  "Kazanmanın tek formülü rakibinizden bir gol fazla atmaktır, dahası değil."

Made in China

Çin, dünyanın en eski süreklilik arz eden medeniyeti. Kağıttan pusulaya, baruttan matbaaya kadar bir çok buluşa imza atan bu koskoca nüfuslu ülkenin yakın zamana kadar buluş yapmaktan spora ayıracak vakti yoktu. Düşünsenize Çin’deki nüfusun Brezilya ya da Arjantin’de olduğunu. Kaç tane Ronaldinho, kaç tane Messi çıkardı. Lakin bu koca ülke bugüne kadar sadece bir kere, 2002 yılında Dünya Kupası’na katılabildi. Onda da çıktıkları her maçı gol dahi atamadan kaybettiler. ABD’den sonra dünyanın en büyük ikinci ekonomisine sahip Çin, ekonomi, sanayi ve bilimde gösterdiği ilerlemeyi şimdi de yeşil sahalara taşıyor.



1994 yılında Çin’in ilk profesyonel futbol ligi Jia-A Ligi kuruldu. Aradan on yıl geçtikten sonra bu lig yerini bugünkü hali olan Çin Süper Lig’ine bıraktı. Maalesef çok geçmeden şike soruşturmaları ile bir çok kulüp ve futbol adamı ile dönemin Futbol Federasyonu başkanı hapis cezasına çarptırıldı. Zaten yeni yeni filizlenmeye başlayan futbol dünyası bir de bu olaylarla sponsorların desteğini de kaybedip dibe vurdu. Fakat bahsettiğimiz ülke Çin. Adamların el attıkları her işte başarılı olduğunu göz önünde bulundurursak, bu koca ülke için bu düşüş aslında sıçrayış yapmak için iyi bir fırsattı.

2011 yılında şimdi ki Çin Devlet Başkanı Xi Jinping futbola dair üç hayalini açıkladı:
·       Çin Dünya Kupası’na katılsın
·       Çin Dünya Kupası’nı düzenlesin
·       Çin Dünya Kupası’nı kazansın


WANDA PROJESİ

Devlet Başkanı’nın futbola bu kadar önem vermesi bir anda federasyondan kulüplere ve hatta yatırımcılara kadar herkesi harekete geçirdi. Futbol Federasyonu önce ligdeki her takıma 17 yaş altı takım kurma zorunluluğu getirdi. Ardından da Milli Eğitim Bakanlığı’nın kapısını çalıp, ortak projeler için el sıkıştı. Hedef çok belliydi. Yetenekli gençleri okullarda tarayıp yakalamak. Son beş yılda okullarda liglere oyuncu sağlamak amacıyla 20 bin yeni saha açıldı. Ama bana en yaratıcı gelen üniversite giriş sınavında futbolun bir seçenek olarak eklenmiş olması. Düşünsenize, üniversitelerde futbol diye bir bölüm var, tercih edip kazanırsanız, bir şekilde futbolun içinde çalışacak bir profesyonel olmaya hak kazanıyorsunuz. Bu sayede çocuklarının futboldan ziyade derslerine yönelmesini isteyen ailelerin düşüncelerini yumuşatmayı hedeflediler.
Futbol ve eğitimin iş birliğini devlette politika haline getirip destekledi. Bu amaçla 2012 yılında seçilmiş çocukları Avrupa’ya yolladılar. Burada tek amaç, bu çocukların orada başarılı olması değil. Futbolun zirvesi olan ülkelerin felsefesini, kültürünü öğrenip bunu Çin’de arkadaşlarına anlatıp yayılmasını sağlamaları. Bu proje halen devam ediyor ve her sene 30 çocuk Atletico Madrid, Villareal ve Valencia’da çalışma şansı buluyor. Hatta şu an Çin 19 Yaş Altı Milli Takımı’nın %80’ini Avrupa’da oynuyor.


GUANGZHOU
Buraya kadar her şey çok güzel gözüküyor. Bizim yıllardır dilimize pelesenk olmuş alt yapı sorununu çözmüşler gibi. Ama bunlar uzun vadeli projeler. Bir yandan gençlere yatırım yaparken bir yandan da mevcut sistemi iyileştirmek için neler yaptıklarını anlamak adına en güzel örnek Guangzhou kulübü. Şike sürecinde ligden düşürülen kulüp, hazır değer kaybederken, ülkenin en büyük emlak firmalarından biri olan Evergrande “şimdi tam zamanı, kelepire alırım” diyerek kulübü satın aldı. Arkasında böyle büyük bir yatırımcı desteğini de alan takım Süper Lig’e tekrar yükseldi ve son dört sezon lig şampiyonu oldu. Bir de araya Asya Şampiyonlar Ligi kupasını da sıkıştırdı. Ki bu, bugüne kadar Çin futbolunda ulaşılmış en büyük başarı. Bu arada kulübün değeri eskisinden çok daha yüksek bir hale gelince, bu işe ciddi bir “iş yatırımı” gözüyle bakan Evergrande 2014 yılında kulüp hisselerinin yarısını elektronik ticaret devi Alibaba grubuna sattı. Bu alışveriş kulübün sermayesini daha da büyüttü.

Bütün bunlar olurken Avrupalı bu uzaklardaki kulübü 2012 yılında Marcelo Lippi’nin teknik direktör olarak imzayı atmasıyla tanıdı. Yatırımcı büyük olunca projeler de büyük oluyor. Aynı dönemde alt yapı için bir futbol akademisi inşaatı da başladı. 160 milyon avroya mal olan tesislerde, 80 futbol sahası, son teknolojiye sahip spor salonları, olimpik yüzme havuzu, kütüphane, tiyatro salonu, çocukların aileleriyle vakit geçirebileceği özel odalara kadar yok yok. Pele, Bobby Moore ve Socrates gibi dünya futboluna damgasını vurmuş isimlerin heykelleri de tesislerin içini süslüyor. Ve tesisin tam kalbinde büyük bir Dünya Kupası replikası var. her çocuğun asıl hedefin ne olduğunu her gün hatırlaması için. Korktunuz değil mi?

Böyle bir akademi inşa edince burada eğitim verecek antrenörlerin de üst düzey olması gerekiyordu. Bu noktada da Real Madrid ile bir ortaklık yaptılar. İspanyollar buraya 150’ye yakın antrenör yolladı. Tahmin edersiniz ki bunun karşılığında yarın öbür gün çıkacak yıldız gençlere forma giydirme önceliği Real Madrid’de olacak. 3000’e yakın çocuk burada her gün 90 dakikasını sahada geçirirken geri kalan sürede de sınıf eğitimleri alıyor.

Guangzhou Evergrande’yi şu an Brezilyalı hoca Scolari çalıştırıyor. Kadrosunda Paulinho, Ricardo Goulart, Alan Carvalho gibi önemli oyuncuları bulunduran takım bu yıl herkesi şaşırtıp, 45 milyon dolara Jackson Martinez’i transfer ederek, dünyada Ocak ayının en pahalı transferini gerçekleştirdi. Hala bilmeyenler için de küçük bir not, kulübün renkleri kırmızı sarı.


ÇİN SÜPER LİGİ

Bir başka dikkat çeken kulüp ise Jiangsu. O da Japonya’da 1600 mağaza ile hizmet veren dev bir perakende firması tarafından satın alınmış. Sadece bu kadar değil, Şangay’daki tüm liman işletmelerini elinde tutan bir şirket, ülkenin en büyük elektrik dağıtım firması, kamunun sahip olduğu devasa bir yatırım şirketi gibi bir çok şirket ligdeki bir takımı satın almış durumda. Anlayacağınız Çin futbolunun lokomotif kulüpleri diyebileceğimiz takımların hepsi bir şekilde devlet ile ilişkili ve neredeyse her sektör için bir kulüp belirlenip dağılım yapılmış. Tüm bu strateji Putin’in Rus futbolu için oligarkları harekete geçirmesine benzetilebilir. Farkı futbolcular sahada ortaya koyacak.

Toplam 16 takımın mücadele ettiği ÇSL’de (Çin Süper Ligi) 85 tane yabancı oyuncu var. Takımların kadrolarına beş yabancı oyuncu almasına müsaade ediliyor ve bu kontenjanın birisi mutlaka Çin dışındaki bir Asya ülkesinden olmalı. Çoğunlukla Brezilya, Kolombiya ve Arjantin gibi ekonomik kriz yaşayan ülkelerden yaratıcı orta saha veya forvet transferi yapıyorlar. Geçtiğimiz beş yıl içinde, Dario Conca, (ki o dönem maaşı ile Messi ve Cristiano Ronaldo’dan sonra dünyanın en çok kazanan futbolcusuydu) Seidou Keita, Tim Cahill, Frederic Kanoute, Nicolas Anelka, Demba Ba ve Didier Drogba gibi bir çok yıldız oyuncunun yolu Çin’e düştü. Sakın buradan emekliliği yaklaşmış yaşlı oyuncuların Çin’i tercih ettiği fikri doğmasın. Zira son iki sezon yaşları 23-30 arası olan Goulart, Elkeson gibi bir çok oyuncu transferi yapıldı. Son olarak Jackson Martinez’e ödedikleri 45 milyon doların şokunu dünya atlatamadan Şubat ayında transfer sezonu tam kapanırken altın vuruşu yapıp, Shaktar Donetsk’den Alex Teixeira’yı 53 milyon dolara Jiangsu kulübü transfer etti.
Bu transferle birlikte kış dönemini 336.55 milyon dolar harcayarak kapatan ÇSL, Avrupa’nın beş büyük futbol ülkesini geride bıraktı. (Premier Lig 271.4 milyon dolar, Seri A 96.9 milyon dolar, Çin 2.Ligi 68.9 milyon dolar, Bundesliga 53.6 milyon dolar, La Liga 40.5 milyon dolar ve Lique 1 25.1 milyon dolar)
Hatırlarsanız daha önce Tarık Daşgün, Semavi Uzun, İdris Gümüşdere ve Ahmet Dursun gibi futbolcularımız da Çin’e transferleriyle gündeme gelmişlerdi. Ancak hepsinin serüveni çok kısa sürmüştü. Hatta Ahmet Dursun “Ne yemek var, ne de sosyal aktivite. Burada kimse İngilizce de bilmiyor,” diyerek Çin’den ayrılmıştı. Şimdi Ersan Gülüm ve Burak Yılmaz da sıra. Ortalama 22 bin kişiye maçların oynandığı, değişen ve gelişen Çin’e ayak uydurmalarını ve güzel bir maceraya imza atmalarını heyecanla bekliyoruz. Biz maalesef henüz Çin Süper Ligi’ni kendi kanallarımızda izleyemeyeceğiz. Ancak Çin’de bu yayın geliri konusunun da sıçrama yaptığını söylemek lazım. Geçtiğimiz Ekim ayında China Media Capital (CMC) isimli şirket 1.3 milyar dolar ödeyerek, beş yıllığına yayın ihalesine aldı. Bu rakam Çin Devlet Televizyonunun 2015 yılı için ödediği rakamın neredeyse 25 katı. Geçtiğimiz ay ise %35 karla ilk iki yıllık yayın hakkını bir başka firmaya sattı. Aynı firma Aralık ayında Manchester City kulübünün %13 hissesini de aldı.

YABANCI YATIRIMLAR

Premier Lig Çin pazarına herkesten önce girip avantaj sağlamak içinyayın haklarını uzun süreliğine ve uygun fiyata sattı. Manchester United, Inter ve Milan kulüpleri ise kulüp kanalları olarak Çin’de yayın anlaşması imzaladı. Bayern Munih’in Şangay’da ofisi var aynı zamanda Çin’de kamp yapıyor. Brezilyalı Ronaldo, sponsor bir firma ile birlikte Pekin, Şangay ve Mianyang’da üç ayrı futbol okulu açtı. Barselona iki tane futbol okulu açtı. Okulların tamamen La Masia DNA’sına sahip olduğu düşünülürse, Messi ile aynı eğitimi alacak Çinli çocukların önümüzdeki yıllarda Avrupalı rakiplerine nasıl çalım atabileceğini düşünebiliyor musunuz?

Dünya devi bu kulüplerin Çin’e yatırım yapmasını sadece oradan yetenekli gençleri avlamak olarak düşünmeyin. Aynı zamanda 1,5 milyarlık nüfusa sahip ülkede kendi takımlarına karşı sempati oluşturmak, taraftar kazanmak da hepsinin önceliği. Bu sayede sadece Asya pazarına satacakları formalardan elde edilecek geliri bir hesaplayın isterseniz. İşte tüm bunları hesaba katınca futbol artık sadece sahada oynanan bir oyundan çok daha fazlası. Global bir ekonomi yönlendiren ciddi bir iş kolundan bahsediyoruz.

Açıkça görülüyor ki, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping futbolu ulusal bir mesele haline getirip, bu yönde çizdiği devlet politikası yatırımcıları yeşil sahaya çekiyor. Çin’de futbolun kısa sürede bir patlama yapması belki beklenmiyor ancak akademilerden yetişecek neslin bir şeyleri değiştireceği kesin. Çin, Sovyet geleneğinden gelen sporcu yetiştirme yöntemleriyle hep bireysel sporlarda başarı kazanmıştı. Ama şimdi İspanyol yöntemlerine rotayı çevirdiler ve takım oyunlarında başarıyı hedefliyorlar. Peki ya eğer bir gün Dünya Kupası’nı kazanırlar ve 1,5 milyar Çinli aynı anda “Gooolll” diye zıplarsa?