27 Mayıs 2012 Pazar

Bir Kulübün Başına Ne Gelirse Başkandan Gelir


Aylardır Beşiktaş’ı izliyoruz gözlerimiz kapalı. Kapalı çünkü bu sezon yürek dayanmadı bu koca kulübe yapılan yanlışlara. Sezon başında “çok iyi” kadrosu olan ve UEFA’da mücadele edecek bir Beşiktaş vardı. “Guti, Quaresma, Simao, Almeida, Fernandes” harikalar yaratacak diyorduk. Sadece o kadar mı? Kulüp başkanı cepten Ronaldo’yu bile arıyordu. Arıyordu da aramasına, o cep telefon faturaları mı fazla geldi “bilinmez”, koca çınar Beşiktaş kendini borç çıkmazında buldu. Tabii gemiyi once kaptan terk etti ve bu sefer TFF’nin dümenine geçti.
Bir takımın başına ne gelirse başkanından, yöneticilerinden gelir. Beşiktaş bu bakımdan tez konusu olabilir. Bazıları Fikret Orman’ın “iyi” yönetici olduğunu söyleye dursun, ben neden olmadığını “sadece” kendisinin bir sözü ile anlatayım size:
“Kimse bizden 2-3 yıl şampiyonluk ya da Avrupa’da başarı beklemesin”
Oldu sayın başkan, taraftar da dükkanı kapatsın, gitsin isterseniz. Bir kulüp mali olarak zor bir süreçten geçiyor olabilir. Borçları, mutsuz futbolcuları da olabilir. Ancak ben bir türlü Türkiye’nin bu koca çınarını 2-3 yıl boyunca nasıl başarıdan uzak tutmayı makul sayabilirsiniz anlayamıyorum. Büyük kulüpler tasarrufu küçülerek yapamaz. Bunun en iyi örneği Real Madrid. 2000 yılında Real Madrid büyük bir borç çıkmazındayken göreve gelen Perez ve ekibinin seçim sloganı:
“Real Madrid’in yüksek borçlarını sıfırlayacak, bununla birlikte futbol takımına her sezon en azından bir dünya yıldızı transfer edecek ve sportif başarıyı sürdüreceklerdi.”
Perez, Fikret Orman’dan “çok” farklı bir bakış açısıyla, tasarrufa önce eski antrenman sahalarını satarak başladı. Buradan elde ettiği ciddi finansa ek olarak, locaları yenileyip, sayısını artırıp, yıldız oyuncuları izletmek için stada gelecek taraftar sayısını da artırarak, stad geliri elde etmek oldu. Bütün bunların sonucu borçlar sıfırlandı, sportif başarı devam etti, 5 yıl içerisinde “dünyanın en popüler takımı” haline geldi. Tabii bu süre zarfında Figo’yu, Zidane’ı, Beckham’ı, Ronaldo’yu, Carlos’u, ve Madrid altyapısından gelen Raul ve Casillas’ı da sahada izlediğimizi de unutmayalım.
Şimdi sayın başkan, rakipleriniz Galatasaray ve Fenerbahçe 30 binin üzerinde kombine satışı yapmışken, siz halen Beşiktaş’ın önümüzdeki sezon maçlarını nerede oynayacağını belirleyemediniz. Hadi diyelim yarın yeni stadın adresini verdiniz, hangi taraftar gelecek seneye Beşiktaş’ın maçlarını izlemeye? 2-3 yıl şampiyonluk ya da herhangi bir başarı beklemeyen taraftar mı? Taraftar gelirleri bakımından nasıl baş edeceksiniz rakiplerinizle?
Yine rakipleriniz kamp programlarını yapmışken, Beşiktaş halen teknik direktör karmaşası içerisinde. Çok mu zor öncelikle bir sportif direktör belirleyip, sonra dümene “tecrübeli” ve “başarı hırsı” olan bir teknik adam yerleştirmek? Ya da herkes transfer peşinde koşarken, en azından bonservisi olmayan iyi oyuncuları takıma kazandırmak?
Sayın başkan, sanırım çocukluğunuzdan beri Beşiktaşlısınızdır. Dolayısıyla siz de en az diğer Beşiktaş taraftarları gibi şunu biliyor olmalısınız ki; hiçbir Beşiktaşlı sahada futbolcu olarak küçülmeyi ya da başarısızlığı kaldıramaz. Yola yanlış bir yerden çıktığınız çok belli. Fikir danışmak için eğer Perez’e ulaşmak isterseniz, belki eski başkanda onun da cebi vardır. Ama dikkat edin de çok yazmasın.

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Bu bir şampiyonluk yazısıdır


Bu bir şampiyonluk yazısıdır. Bu bir yeniden ayağa kalkışın yazısıdır. Uyanışın, inanmanın yazısıdır. Bu bir Fatih Terim yazısıdır. Bir Ünal Aysal, bir Ali Dürüst, bir Abdürrahim Albayrak yazısıdır. Bu yeni tanışan futbolcuların bir kenetlenme yazısı, kalbi kırık taraftarın inanmışlığının yazısıdır.
Geçen yıl sezonu kapatırken karşımızda yönetimde büyük çatlaklar yaşamış, milyonlarca dolarlık ziyan transferler yapmış, sportif başarısızlıkta belki de tarihinin en kötü sezonunu yaşamış bir kulüp vardı. Bazen hızlı yukarı sıçramak için dibi görmek gerekir derler. Işte bu kötü gidişatta sahneye ilk Ünal Aysal çıktı.“Ben futboldan anlamam, ama iş yapabilecek adamdan anlarım” diyen Ünal Başkan, kulübe önce maddi güvence, sonra da güven duygusunu temin etti. Türkiye’deki kulüp başkanlarında pek alışık olmadığımız bir duruş sergiledi. Ne özel uçağına binip transfer bitirmeye gitti, ne de telefonla programlara bağlanıp polemiğe girdi. Bunların yerine tecrübeli yönetici Ali Dürüst’e futbolu, yaşayan en güzel Galatasaraylı Abdürrahim Albayrak’a ise taraftar-takım bağını kurma görevini verdi. Ve altın vuruşu da Fatih Terim’i tam yetki ile takımın başına getirmekle yaptı.
Fatih Hoca bu sezon bir kez daha kanıtlamıştır ki, Türk futbolu için önemli bir değerdir. Birbirini hiç tanımayan futbolculardan bir takım kurabilmek, o takımı şampiyonluğa yürütmek burada yazıldığı kadar kolay bir iş değildir. Yeniden bir Engin Baytar, Selçuk İnan yaratmak; gencecik Semih’in, Emre’nin omuzlarına güven yerleştirmek; ortalık şike-maddeler ile kaynarken futbolcularını bütün bunlardan uzak tutabilmek pek kolay değildir. 18 futbolcusunun ilk defa sarı-kırmızı forma ile şampiyonluk yaşadığı bir takım kurabilmek hiç de kolay değildir. Işte bu yüzden İngiltere’de Alex Ferguson ne ise, Türkiye’de Fatih Terim O’dur.
Selçuk-Melo ikilisinin 25 gollük performansı ve asistleri; 34 yaşındaki Ujfalusi’nin tecrübesi, Taffarel’in tecrübesi ile devleşen minik elli Muslera’nın kurtarışları, 21 yaşındaki Semih-Emre ikilisinin istikrarı ve daha sayamadığımız nice isimler ile geldi şampiyonluk.
Ve son olarak, UEFA kupasından bu yana başarıya aç taraftarın, stadından ayrılmış insanların inanışıdır bu şampiyonluk. Bütün sezonu “hiç saha kapama cezası almadan” tamamlamış taraftarları ile gurur duymalıdır Galatasaray yönetimi ve takımı.
İşte bu yüzden bu yazı sadece şampiyonluğa inanmış, yürümüş bu insanların yazısıdır. İşte bu yüzden bu yazıda ne rakip, ne sönen ışık, ne de federasyon başkanı yoktur. Futbolu seven herkese yakışan bugün bu güzel hikayeyi oluşturan insanları tebrik etmektir. İşte bu yüzden bu yazı bir şampiyonluk yazısıdır…



7 Mayıs 2012 Pazartesi

Federasyonun Arka Bahçesi



Futbol: 
Topu, kafa veya ayak vuruşları ile karşı kaleye sokma kuralına dayanan ve on birer kişilik iki takım arasında oynanan bir top “oyunu”.
Kaynak: Türk Dil Kurumu Sözlüğü
Nereden çıktı şimdi bu diye merak ediyor olabilirsiniz. 3 Temmuz’dan bu yana yaşanan akıl tutulmalarından anlıyoruz ki, futbolun bir “oyun” olduğunu başkanından futbolcusuna, taraftarından federasyonuna kadar herkes unutmuş. Dün oynanan Trabzonspor-Fenerbahçe maçı bunun son örneğidir.
Bir kulüp başkanı düşünün ki, maçtan önce “yenilirsek dünyanın sonu gelir” desin. Daha olmadı devre arası soyunma odası koridorlarında rakip takımın futbolcularına küfür etsin. Sonunda ise kendi takımının taraftarları tarafından yumurtalı protestoya uğrasın. Ne oldu hayal edemediniz mi böyle bir kulüp başkanını?
Peki o zaman bir futbolcu düşünün. Saha içinde taraftarları kışkırtacak her türlü hareketi yapsın, rakip takımdaki meslektaşına ağza alınmayacak küfürleri etsin, daha da olmazsa ırkı ile rengi ile sözlü tacizi sürdürsün. Ya da bunu hayal etmek zor olduysa, başka bir futbolcu düşünün. Birkaç hafta önce derisinin rengine küfür eden meslektaşına beslediği kini, zamanı geldiğinde tekme ile öcünü alarak göstersin. Efendim, bunu da mı canlandıramadınız gözünüzde? Ya hani şu “mortal kombat” diye bir oyun vardı. Kahramanımız son tekme ile rakibini yere sererdi, yani kısacası “finish him”. İşte onun yeşil sahalarda olan versiyonunu düşünün.
Biraz kafanız karıştı değil mi? Tamam o zaman içimizden bir örnek verelim. Birkaç taraftar düşünün. Rakip takımın futbolcularını silahla takip eden, soyunma odasını basmaya çalışan; ya da “diğer” takımı tutan komşusuna, arkadaşına, akrabasına küfür eden, yumruklaşan. Kim mi onlar? Yabancı değil, bunlar içinde futbol aşkı, takım sevgisi olan mahalle arkadaşlarımız. Hani biz eskiden deplasman maçlarına giderdik de, sonra bir gün bize “yok siz artık gelmiyorsunuz” dediler ya, işte onlar bunlar.
Tahmin edeyim hiçbir şey anlamadınız değil mi? Panik yapmayın, ben de anlamadım. Biz eskiden bu mahallede futbolu bir “oyun” diye oynardık. Ve ne olduysa 3 Temmuzda topumuz TFF’nin arka bahçesine kaçtı. İşte o gün bugündür futbol o arka bahçede oynanıyor…

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Lozan CAS Anlaşması



Tarihimizde Lozan Barış Antlaşması’nın önemi malum, bugünkü sınırlarımız ve dış ilişkilerimiz bu antlaşma ile sağlandı. Aradan 89 yıl geçtikten sonra yine aynı şehirde bu sefer başka bir“anlaşmaya” varıldı.
Kabul etmeli ki, Fenerbahçe’nin CAS’taki davasını geri çekeceğini kimse beklemiyordu. Önce Pierre Cornu gelip, hem savcı hem dönemin TFF ekibi ile görüştü. Ama Fenerbahçeli yöneticiler “Geri adım atmayacağız, suçsuzuz” dediler.
Sonra Bosman Davası ile ün salan Jean Luis Dupont ile anlaştılar. Hatta o dönem “Yapmayın, anlaşma yoluna gidin, davayı geri çekin” diyen eski başkanları ile ters düştüler. Daha da olmadı,“Bu dava bizim namus meselemizdir” dediler. Ve sonunda play-offların bitmesine 3 hafta kala davayı geri çektiklerini duyurdular. Bütün bu yaşananlar çok bilinen bir fıkrayı hatırlattı bana.

Bir gün ağayla marabası, ağa atın üzerinde marabası yanında yürür bir vaziyette köye doğru gidiyorlarmış. Ağanın ki muziplik ya, uzaktan gördüğü bir inek pisliğini marabasına göstermiş ve "Şu pislikten bir parmak yersen atımı sana veririm" demiş. Maraba düşünmüş; "Ulan demiş ne olacak bir parmak pislik hem ağanın atını almak da var" atmış parmağı yemiş. Ağa tabi mecbur inmiş atından maraba binmiş ata köye doğru yürümeye başlamışlar. Köye gireceklerken koskoca ağa atsız köye girecek, marabası da atın üzerinde öyle mi…Rezalet olacağını fark etmiş, dönmüş marabaya "Yahu demiş şuradaki pislikten bir parmak yersem, atımı bana geri verir misin?".
Maraba düşünmüş taşınmış "Ulan demiş bu deyyus yüzünden pislik yedim, şimdi bu da yesin, tamam" demiş"Yersen veririm". Ağa mecbur daldırmış parmağı pisliğe suratını ekşite ekşite yemiş. Binmiş köyün girişinde atının üzerine, yanında maraba yürümeye başlamışlar. Maraba biraz ilerleyince ağaya dönmüş ve;
"Ağam" demiş "Bu ata madem yine sonunda sen binecektin, biz bu b.ku niye yedik?"

Hoşgeldin İbrahim Altınsay


Beşiktaş kulübü Futbol Komitesi’ne İbrahim Altınsay’ın üyeliğini duyurdu. Sonunda kadın programı sunucularından vazgeçip, gerçekten “Futbol” seven, bilen insanlarla yola çıkmalarına çok sevindim. İbrahim Bey 3-4 sene evvel radio programımıza konuk olmuştu. O mütevazi duruşunun arkasında, insanda hayranlık uyandıran bir futbol bilgisi ve daha da önemlisi çok derin bir taraftarlık duygusu var. Yolu açık, yeni görevi hayırlı olsun. Kendisi, o dönem bana Sisifos’un hikayesini anlatmıştı:
Sisifos, Yunan mitolojisine gore, Tanrıları kızdırması sonucu bir kayayı dağın tepesine çıkarmakla cezalandırılmıştı. Tam taşı tepeye çıkardığı sırada, taş aşağı yeniden yuvarlanıyor ve Sisifos aşağı inip tekrar taşı çıkarmak zorunda kalıyordu. Hikayenin asıl trajik yanı, kahramanın her deneyişinde taşın tekrar düşeceğini bile bile taşı çıkarmaya gayret etmesidir.

Şimdi neden mi anlattım bunu. Misal, her tarafına bir çamur bulaşmış futbolumuz bu taş olsa… “Türk futbolunu kurtarmayı” kendine misyon edinmiş herkes de Sisifos olsa… Anladınız siz onu…