27 Nisan 2014 Pazar

İMKANSIZ: ZLATANCA DEĞİLDİR

Bir çocuğu gettodan çıkartıp alabilirsiniz, ama gettoyu o çocuğun içinden çıkartamazsınız. İsveç’in banliyösünden çıkıp Hollanda, İtalya, İspanya derken bugün de Fransa’yı fetheden Bosnalı “modern zamanların Herkül’ü”nün hikayesi...


Bembeyaz devasa bir ev. Kapıdan içeri girer girmez, duvarda asılı siyah beyaz bir fotoğraf karşılıyor. Çirkin bir erkek ayağı. Evin her yerini eşi düzenlemiş, burası hariç. Bu dehşet manzarayla her karşılaşanın tepkisi aynı: “Bu ne?”
Zlatan: O ayaklar bütün bunları ödeyebiliyor.

Her attığı gol rakipleriyle değil, sadece daha önce kendi attığı gollerle kıyaslanan bu adamın, ayaklarına tapmasını normal karşılamak lazım. Şimdi bir 5 saniye durun ve sizce “En iyi İbra golü hangisiydi?” sorusuna cevap verin. 2004 yılında Ajax formasıyla bir başka Hollanda ekibi NAC Breda’ya attığı golü hatırlarsınız. Hani şu rakip ceza sahasına adeta bomba atmış da, önüne çıkan her rakibi 2-3 kez çalımlayıp bayıltarak kaleyi bulup Maradona’ya selam çaktığı gol. O gole sevinmeyen sadece bir Ajax’lı vardı. O da İbrahimoviç tarafından sakatlanıp oynayamayan kaptan Van der Vaart. Bu ikili İsveç-Hollanda milli formalarıyla Avrupa Şampiyonası’nda karşılaşmıştı. İbrahimoviç penaltı noktası yakınlarında topla buluştuğu sırada 4 Hollandalı etrafını sardı. Bu uzun boylu adam rakiplerinden kurtulduğunda geride yerde yatan bir Van der Vaart kalmıştı. Ertesi gün Ajax kaptanı gazetelere İbra’nın kendisini bilerek sakatladığını söyleyecekti. O günler aslında İsveç’in gettosunda büyümüş bu çocuğun hırçın ve biat etmeyen yönünü öğreneceğimiz günlerdi. Önce takım kaptanını arayıp, pozisyonun kasıtlı olmadığını söylemişti. Ancak kulüpte soğuk hava esmeye devam edince, dayanamayıp “Eğer beni bir daha suçlarsan iki ayağını da kırarım ve işte o zaman bu kasıtlı olur” dedi. Bu hikayeyle İbra’nın Juventus serüveni başladı.

Bir çocuğu gettodan çıkartıp alabilirsiniz, ama gettoyu o çocuğun içinden çıkartamazsınız. İbra’nın da bu asi ve hırçın tutumu boşuna değildi. Birbirine sarılan, kucaklayan bir aileden ziyade babadan dayak yeme korkusuyla, kimsenin kimseyi umursamadığı bir evde büyümüştü. Futbola başladığı ilk yıllarda antrenörleri ile kurduğu ilişki, Zlatan’ın bugünkü futbol felsefesini de özetliyor.
“Bana öğrettikleri her şeyi dinlerdim, kendi bölgemde nasıl iyi oynama, teknik, taktik, hepsi. Ama aynı zamanda teknik direktörümü asla dinlemezdim de. Driblinge devam edip, ufak numaralar sergilerdim. Yani aslında dinlerken dinlemezdim.”

Her futbolcu teknik direktörünü, taraftarını mutlu etmek, eleştirilmemek ister. Kendi bildiğini okuyan bu adam çekinmek yerine “Neden onlar gibi biri olayım ki, onları yenmek varken,” diye düşündü ve zorlanmak yerine O teknik direktörlerini zorladı. Tıpkı kariyerindeki en ilgi çekici dönemlerden biri olan Barcelona’da geçirdiği bir yıl gibi. Her ne kadar ayrılırken birbirini bir daha görmek istemeyen iki sevgili gibi olsalar da, her aşk gibi onların da birlikteliği mutlu başlamıştı. Bir pazartesi akşamı imza töreni için Camp Nou’ya çıktığında tribünlerde 60.000 Katalan vardı. Bu kulübün rutin, her yeni transferini taraftara tanıtmak için düzenlediği bir tanıtım organizasyonuydu. Daha önce Ronaldinho ve Thierry Henry için de bir benzeri düzenlenmişti. Tek fark Brezilyalıya “Hoş geldin” demeye 20.000, Fransıza ise 30.000 taraftar gelmişti. O gün kameralara “Hayatımda iki unutulmaz an var. İki çocuğumun doğduğu anlar. Şu an bir üçüncüyü yaşıyorum.” diyen İsveçli, sonraları yazdığı biyografisinde bu eski sevgiliyi pek de iyi anmayacaktı.
Evin küçük oğlu Messi konuşmaya başlayana kadar Barcelona’da hikaye güzel gidiyordu. Sonra Messi kanat yerine ortada oynamak istedi ve bütün sistem değişti. Kendisinin feda edildiğini düşünen İbra, takıma ait olmadığı hissini yaşıyordu.
“Takım arkadaşlarıma hemen hemen hiç bağırmamaya başladım. Sessiz biri olmaya başladım ve inanın bana bu öldürücü. İyi oynamak için sinirli olmam lazım. Etrafa bağırıp çağırmak zorundayım.”

Messi Barcelona’nın yıldızı olurken, O yine isyan edip ipleri koparıyor, önce Milan’ın yolunu tutuyor, sonra belki de bugüne kadar en mutlu olduğu kulüp Paris Saint Germain’de kendini buluyordu. Bugün hala tüm dünya gözünü iki futbolcu üzerine dikmiş, hangisi daha iyiyi tartışırken, O bu kıyaslama listesine hiç giremedi. Çünkü ne Ronaldo gibi Ferguson’un üzerine mesai harcadığı son teknoloji laboratuvarlarda geliştirilmiş, ne de Messi gibi çocuk yaşta Barcelona alt yapı okulu La Masia’da mükemmel olmaya programlanmıştı. Her şeyi kendi başına yaptı. Bu adam kimseyle kıyaslanamayacak olduğu için belki de karşılaştırılma listelerine hiç giremedi. Maradona gibisi bir daha gelmez dendi, Messi geldi. Ronaldo gelmez dendi, Cristiano’lu olanı geldi. Gün gelecek yine Messi gibi çalım atan da, Cristiano gibi hızlı ve güçlü olan da gelecek. Ama şu bir gerçek İbra kadar fantastik goller atan bir adam bir daha gelmeyecek. Akıl almaz esnekliği ve kendi devasa boyunun iki katı yüksekte topa vurabilme yeteneği ile Bastia’ya attığı inanılmaz akrep vuruşu golü ya da 2013 FIFA Puskas ödülünü kendisine getiren 30 metreden attığı rövaşata golü gibi, sadece filmlerde olur dedirten goller atan bu adamı başka bir futbolcuyla kıyaslamak haksızlık olur. Eski Yunan Tanrılarının oturduğu Olimpos dağında, hiç şüphesiz İbra ancak Zeus’un yenilmeyen oğlu Herkül olabilirdi.

Gerçek hayatta alkol bağımlısı olan babası belki bir Zeus değildi ama oğlunun dövüş sanatlarına ilgi duymasını sağlamış, İbra da daha 17 yaşında tekvandoda siyah kuşak sahibi olmuştu. Bir futbolcu neden dövüş sanatlarına meraklı olur derseniz, kendisinin cevabı, “Futbolu daha iyi oynamak için, benziyor çünkü...”
Belki de gollerini fantastik kılan da bu merakı sayesinde edindiği esnekliği yeşil sahalara taşımış olmasıdır, ne dersiniz?

En az burnu kadar büyük egosuyla, kibirli insanların şehri Paris ona çok iyi geldi. Uzun süre kendisine layık bir ev bulamayınca, gazetecilerin bayıldığı o jenerik sözlerinden biri ile “Merhaba Paris ben geldim,” diyordu.
“Paris’te bir daire bakıyoruz. Eğer iyi bir yer bulamazsam, muhtemelen kaldığım oteli satın alacağım.”

Otel satın almadı ama kulüpte kendisine özel bir otopark olmasını sağladı. Paris Saint Germain tesislerinde iki otopark vardı, biri futbolculara diğeri kulübün patronları ve üst düzey yöneticilere ait. Tahmin edersiniz ki, ikinci otoparka arabasını park edebilen tek futbolcu Zlatan İbrahimoviç oldu. Pastore de denemişti, acaba ben girebiliyor muyum diye. Ancak güvenlik “Yasak” deyip kibarca içeri almamıştı. O da son model arabasıyla kapıda kalınca ertesi gün gazeteleri süsleyecek bir habere imza atmıştı:
“Otoparka alınmayınca hırsından bariyerlere bindirdi.”

Zlatan’ın o otoparka park edebilmesini sadece başarılı olmasına bağlamak saçma olur. Gençken takım arkadaşlarından daha az para kazanan bu adam , ailesinin sorunları arkasına saklanıp teknik direktörlerine boyun eğen biri olmaktansa, sadece kendini düşünen ve kendi için oynayan bir futbolcu olmayı tercih etti. İşte bu yüzdendir ki, attığı tüm goller etrafından bağımsız “tek adamlık” goller oldu. Daha çocukken mahallede öğrendiği isyan duygusunu, kendine olan inancıyla birleştiren bu özel adamı kazanma uzmanı yapan belki de bu özellikleridir.  Tabela önemli değil, sahada kaç kişiyi çalımlıyorsun hiç önemli değil, önemli olan hayatta kaç çalım attığın. Bu kibirli adam şimdiye kadar hep hayata “Zlatanca” çalım attı. Küstahlık, kendini beğenmişlik ya da huysuzluk olarak gördüğümüz özellikleri aslında onun koruyucu kalkanıydı.

Futbolda iyi olmak değil iyi kalmak mesele. İbra son 10 yıldır “iyi” goller atmaya devam ediyor. En son Fransa Lig Kupası yarı final mücadelesinde Nantes’e öyle bir gol attı ki, menajeri Mino Raiola maç bitince yanına gidip, “Yalvarırım böyle goller atmaya bir son ver. Yoksa insanlar Fransa’da futbolun çok kolay olduğunu düşünecekler,” dedi. En büyük hobisi sık sık kulüp değiştirip gittiği her yerde şampiyon olmak olan bu XXL adam “Ben gidiyorum,” demedikçe 2016 yılına kadar Paris Saint Germain’de. Milli formayı giydiği İsveç’te zaten gördüğü ilgi malum. Adamın pulunu yaptılar, ülkenin resmi sözlüğüne “Zlatanera” diye bir fiil eklediler. Kibirli diye bildiğimiz Parisliler de geri kalmayıp İsveçli yıldıza ithafen “Le Zlatan” isimli hamburgeri menülerine ekledi. Hamburger aynı isim babası gibi devasa, kontrol edilmesi zor ve pahalı. “Le Zlatan” yemek isteyen biri 29.90 euro yani yaklaşık 90 lirayı gözden çıkarmak zorunda. Yılda 15 milyon Euro kazanan bir adamın hamburgeri de Big Mac fiyatına olacak değildi tabii ki.

İsveç milli takım forması giyen ve Paris’te oynayan bu adam aslında Bosna Hersek kökenli. Malum Türk futbolunda bir döneme damgasını Balkan ekolü vurmuştu. Bosna da uzunca bir süre sporcu devşirmek için ilgi alanımızdaydı. Basketboldaki kadar fazla Boşnak sporcu belki futbola kazandıramadık ama yine de Kovaçeviç, Baliç, Tarık Hociç, Nejat Biyediç hala akıllarda. İnsan ister istemez düşünmeden edemiyor. Ya İbrahimoviç ve ailesi İsveç’e değil, Türkiye’ye göç etseydi. Belki de İbo, kendisinden 10 yaş büyük Hakan Şükür’den sonra Türk futbolunun bir türlü bulamadığı golcüsü olmaz mıydı?

7 Nisan 2014 Pazartesi

Can Olmak, Metin Olmak

Her yıl futbol sezonu açıldığında şampiyonun kim olacağını, kimin ligden düşüp, kimin gol kralı olacağını bilmek nasıl mümkün değilse, tahmine gerek olmayan ve sonucu her yıl belli olan tek bir şey var; o da, gergin, oynanan oyundan çok maç içi olayların konuşulacağı en az 2 derbi izleyeceğimiz. Biri Kadıköy’de, diğeri de Aslantepe’de.

Galatasaray’da işler malum pek iyi gitmiyor. Liderle arasında ki ciddi puan farkı, ikincilik yarışında yerini sağlamlaştıramamış olması ve erken indiği Avrupa treni ile taraftarın yönetime ve futbolculara tepkisi var. Ezeli rakibe karşı alınacak bir galibiyet sorunları çözmese bile kısa süreliğine de olsa rahat bir nefes aldırabilir. Bunun bilincindeki sarı kırmızılı ekip maça çok tempolu başladı. Melo-Selçuk-Yekta üçlüsünün performansı ile orta sahada üstünlüğü ele geçirip hızlı paslarla Burak ve Drogba’nın rakip ceza sahasına sarkmasına destek oldu. Nitekim çok geçmeden Melo’nun harika asisti ile Sneijder maçın da skorunu belirleyecek golü attı.

Diğer yanda ise Arena’ya 13 puan önde gelmiş bir Fenerbahçe vardı. Belki de sarı lacivertli takımın tarihinde kafaca en rahat çıkması gereken maçtı. Ancak Caner ve Gökhan’ın defansif olarak çok yalnız kalmaları, Sow’un sahada gezinmekten öteye gidemeyişi ve Topal ile Meireles’in merkezde açık bıraktığı alanlar ve yenen golün ardından sinirler iyice gerildi. Her ne kadar ikinci yarı kanatları daha etkili kullanmış da olsalar, hücumda bir türlü organize olamayınca net bir gol pozisyonu da üretemediler.

Şimdi buraya kadar yazdıklarımızı bir kenara bırakalım. Rekabet düzeyi yüksek ve her şeyden önemlisi bu iki takım gibi birbiriyle yıllara dayanan bir ezeli çekişmesi olan takımlar dünyanın neresinde olursa olsun karşı karşıya geldiğinde, daha sert geçen bir mücadele ortaya koyabilir ve bunun sonucu kart da görebilirler. Buna itirazım yok. Ama kırmızı kart görmenin de bir adabı olmalı diye düşünüyorum. Melo ve Emre’yi sadece bu maç içinde yaptıkları fair play’e aykırı hareketleri ile değil, karşı karşıya geldikleri her maçta sergiledikleri tutum ile eleştiriyorum. Artık olmuyor. Rakibin sertliğine ben de daha sert cevap vereyim, aman takımımın direnci düşmesin hatta bunun için fırsat varsa rakibi 10 kişi bıraktırayım anlayışı olan bu iki oyuncu ve bu futbolcuları birbirine koz olarak sahaya süren teknik adamların bakış açılarının artık yeşil sahalarda yerinin olmaması lazım. Artık taraftar da, izleyici de daha kadrolar açıklanırken biliyor, Melo ve Emre’nin kart göreceğini. Herkes önce kendi kapısının önünü futbola yakışmayan hareketlerden temizlemeli, sonra çıkıp birbirini eleştirmeli. Türkiye’nin bu iki büyük kulübü için bu temizlik vakti ne zaman gelecek?

Her fırsatta Can Bartu ve Metin Oktay nezaketini hatırlıyorsak eğer, bu bugünün profesyonellerine de bir ipucu olmalı. Fenerbahçe kaptanı da Galatasaray kaptanı da olmak büyüklük ister. Formayı sırtında değil başında taşımak gerekir. O sebeple dün Emre yaptıklarıyla nasıl kaptanlık bandının hakkını veremediyse, oyundan çıkarken yaptıklarıyla Selçuk da sarı kırmızılıların kaptanlığına yakışmayan bir hareket yapmıştır. Teknik direktörüyle sorunu olabilir, taraftar ıslıklayabilir ama futbolcunun sorumluluğu önce kendine sonra renkleredir. İşte bu yüzden biz hala Canlarla Metinlerle teselli buluyoruz. Ve maalesef siz de hala sizi sevenleri üzmeye devam ediyorsunuz.