Bir çocuğu gettodan çıkartıp
alabilirsiniz, ama gettoyu o çocuğun içinden çıkartamazsınız. İsveç’in
banliyösünden çıkıp Hollanda, İtalya, İspanya derken bugün de Fransa’yı
fetheden Bosnalı “modern zamanların Herkül’ü”nün hikayesi...
Bembeyaz devasa bir ev. Kapıdan içeri
girer girmez, duvarda asılı siyah beyaz bir fotoğraf karşılıyor. Çirkin bir
erkek ayağı. Evin her yerini eşi düzenlemiş, burası hariç. Bu dehşet manzarayla
her karşılaşanın tepkisi aynı: “Bu ne?”
Zlatan: O ayaklar bütün bunları
ödeyebiliyor.
Her attığı gol rakipleriyle değil, sadece
daha önce kendi attığı gollerle kıyaslanan bu adamın, ayaklarına tapmasını
normal karşılamak lazım. Şimdi bir 5 saniye durun ve sizce “En iyi İbra golü
hangisiydi?” sorusuna cevap verin. 2004 yılında Ajax formasıyla bir başka
Hollanda ekibi NAC Breda’ya attığı golü hatırlarsınız. Hani şu rakip ceza
sahasına adeta bomba atmış da, önüne çıkan her rakibi 2-3 kez çalımlayıp
bayıltarak kaleyi bulup Maradona’ya selam çaktığı gol. O gole sevinmeyen sadece
bir Ajax’lı vardı. O da İbrahimoviç tarafından sakatlanıp oynayamayan kaptan
Van der Vaart. Bu ikili İsveç-Hollanda milli formalarıyla Avrupa
Şampiyonası’nda karşılaşmıştı. İbrahimoviç penaltı noktası yakınlarında topla
buluştuğu sırada 4 Hollandalı etrafını sardı. Bu uzun boylu adam rakiplerinden
kurtulduğunda geride yerde yatan bir Van der Vaart kalmıştı. Ertesi gün Ajax
kaptanı gazetelere İbra’nın kendisini bilerek sakatladığını söyleyecekti. O
günler aslında İsveç’in gettosunda büyümüş bu çocuğun hırçın ve biat etmeyen
yönünü öğreneceğimiz günlerdi. Önce takım kaptanını arayıp, pozisyonun kasıtlı
olmadığını söylemişti. Ancak kulüpte soğuk hava esmeye devam edince,
dayanamayıp “Eğer beni bir daha suçlarsan iki ayağını da kırarım ve işte o
zaman bu kasıtlı olur” dedi. Bu hikayeyle İbra’nın Juventus serüveni başladı.
Bir çocuğu gettodan çıkartıp
alabilirsiniz, ama gettoyu o çocuğun içinden çıkartamazsınız. İbra’nın da bu
asi ve hırçın tutumu boşuna değildi. Birbirine sarılan, kucaklayan bir aileden
ziyade babadan dayak yeme korkusuyla, kimsenin kimseyi umursamadığı bir evde
büyümüştü. Futbola başladığı ilk yıllarda antrenörleri ile kurduğu ilişki,
Zlatan’ın bugünkü futbol felsefesini de özetliyor.
“Bana öğrettikleri her şeyi dinlerdim, kendi
bölgemde nasıl iyi oynama, teknik, taktik, hepsi. Ama aynı zamanda teknik
direktörümü asla dinlemezdim de. Driblinge devam edip, ufak numaralar
sergilerdim. Yani aslında dinlerken dinlemezdim.”
Her futbolcu teknik direktörünü,
taraftarını mutlu etmek, eleştirilmemek ister. Kendi bildiğini okuyan bu adam
çekinmek yerine “Neden onlar gibi biri olayım ki, onları yenmek varken,” diye
düşündü ve zorlanmak yerine O teknik direktörlerini zorladı. Tıpkı kariyerindeki
en ilgi çekici dönemlerden biri olan Barcelona’da geçirdiği bir yıl gibi. Her
ne kadar ayrılırken birbirini bir daha görmek istemeyen iki sevgili gibi
olsalar da, her aşk gibi onların da birlikteliği mutlu başlamıştı. Bir
pazartesi akşamı imza töreni için Camp Nou’ya çıktığında tribünlerde 60.000
Katalan vardı. Bu kulübün rutin, her yeni transferini taraftara tanıtmak için
düzenlediği bir tanıtım organizasyonuydu. Daha önce Ronaldinho ve Thierry Henry
için de bir benzeri düzenlenmişti. Tek fark Brezilyalıya “Hoş geldin” demeye
20.000, Fransıza ise 30.000 taraftar gelmişti. O gün kameralara “Hayatımda iki
unutulmaz an var. İki çocuğumun doğduğu anlar. Şu an bir üçüncüyü yaşıyorum.”
diyen İsveçli, sonraları yazdığı biyografisinde bu eski sevgiliyi pek de iyi
anmayacaktı.
Evin küçük oğlu Messi konuşmaya başlayana
kadar Barcelona’da hikaye güzel gidiyordu. Sonra Messi kanat yerine ortada
oynamak istedi ve bütün sistem değişti. Kendisinin feda edildiğini düşünen
İbra, takıma ait olmadığı hissini yaşıyordu.
“Takım arkadaşlarıma hemen hemen hiç
bağırmamaya başladım. Sessiz biri olmaya başladım ve inanın bana bu öldürücü.
İyi oynamak için sinirli olmam lazım. Etrafa bağırıp çağırmak zorundayım.”
Messi Barcelona’nın yıldızı olurken, O
yine isyan edip ipleri koparıyor, önce Milan’ın yolunu tutuyor, sonra belki de
bugüne kadar en mutlu olduğu kulüp Paris Saint Germain’de kendini buluyordu.
Bugün hala tüm dünya gözünü iki futbolcu üzerine dikmiş, hangisi daha iyiyi
tartışırken, O bu kıyaslama listesine hiç giremedi. Çünkü ne Ronaldo gibi
Ferguson’un üzerine mesai harcadığı son teknoloji laboratuvarlarda
geliştirilmiş, ne de Messi gibi çocuk yaşta Barcelona alt yapı okulu La
Masia’da mükemmel olmaya programlanmıştı. Her şeyi kendi başına yaptı. Bu adam
kimseyle kıyaslanamayacak olduğu için belki de karşılaştırılma listelerine hiç giremedi.
Maradona gibisi bir daha gelmez dendi, Messi geldi. Ronaldo gelmez dendi,
Cristiano’lu olanı geldi. Gün gelecek yine Messi gibi çalım atan da, Cristiano
gibi hızlı ve güçlü olan da gelecek. Ama şu bir gerçek İbra kadar fantastik
goller atan bir adam bir daha gelmeyecek. Akıl almaz esnekliği ve kendi devasa
boyunun iki katı yüksekte topa vurabilme yeteneği ile Bastia’ya attığı
inanılmaz akrep vuruşu golü ya da 2013 FIFA Puskas ödülünü kendisine getiren 30
metreden attığı rövaşata golü gibi, sadece filmlerde olur dedirten goller atan
bu adamı başka bir futbolcuyla kıyaslamak haksızlık olur. Eski Yunan Tanrılarının
oturduğu Olimpos dağında, hiç şüphesiz İbra ancak Zeus’un yenilmeyen oğlu
Herkül olabilirdi.
Gerçek hayatta alkol bağımlısı olan babası
belki bir Zeus değildi ama oğlunun dövüş sanatlarına ilgi duymasını sağlamış,
İbra da daha 17 yaşında tekvandoda siyah kuşak sahibi olmuştu. Bir futbolcu neden
dövüş sanatlarına meraklı olur derseniz, kendisinin cevabı, “Futbolu daha iyi
oynamak için, benziyor çünkü...”
Belki de gollerini fantastik kılan da bu
merakı sayesinde edindiği esnekliği yeşil sahalara taşımış olmasıdır, ne
dersiniz?
En az burnu kadar büyük egosuyla, kibirli
insanların şehri Paris ona çok iyi geldi. Uzun süre kendisine layık bir ev
bulamayınca, gazetecilerin bayıldığı o jenerik sözlerinden biri ile “Merhaba
Paris ben geldim,” diyordu.
“Paris’te bir daire bakıyoruz. Eğer iyi
bir yer bulamazsam, muhtemelen kaldığım oteli satın alacağım.”
Otel satın almadı ama kulüpte kendisine
özel bir otopark olmasını sağladı. Paris Saint Germain tesislerinde iki otopark
vardı, biri futbolculara diğeri kulübün patronları ve üst düzey yöneticilere
ait. Tahmin edersiniz ki, ikinci otoparka arabasını park edebilen tek futbolcu
Zlatan İbrahimoviç oldu. Pastore de denemişti, acaba ben girebiliyor muyum
diye. Ancak güvenlik “Yasak” deyip kibarca içeri almamıştı. O da son model
arabasıyla kapıda kalınca ertesi gün gazeteleri süsleyecek bir habere imza
atmıştı:
“Otoparka alınmayınca hırsından
bariyerlere bindirdi.”
Zlatan’ın o otoparka park edebilmesini
sadece başarılı olmasına bağlamak saçma olur. Gençken takım arkadaşlarından
daha az para kazanan bu adam , ailesinin sorunları arkasına saklanıp teknik
direktörlerine boyun eğen biri olmaktansa, sadece kendini düşünen ve kendi için
oynayan bir futbolcu olmayı tercih etti. İşte bu yüzdendir ki, attığı tüm
goller etrafından bağımsız “tek adamlık” goller oldu. Daha çocukken mahallede
öğrendiği isyan duygusunu, kendine olan inancıyla birleştiren bu özel adamı
kazanma uzmanı yapan belki de bu özellikleridir. Tabela önemli değil, sahada kaç kişiyi
çalımlıyorsun hiç önemli değil, önemli olan hayatta kaç çalım attığın. Bu
kibirli adam şimdiye kadar hep hayata “Zlatanca” çalım attı. Küstahlık, kendini
beğenmişlik ya da huysuzluk olarak gördüğümüz özellikleri aslında onun koruyucu
kalkanıydı.
Futbolda iyi olmak değil iyi kalmak
mesele. İbra son 10 yıldır “iyi” goller atmaya devam ediyor. En son Fransa Lig
Kupası yarı final mücadelesinde Nantes’e öyle bir gol attı ki, menajeri Mino
Raiola maç bitince yanına gidip, “Yalvarırım böyle goller atmaya bir son ver.
Yoksa insanlar Fransa’da futbolun çok kolay olduğunu düşünecekler,” dedi. En
büyük hobisi sık sık kulüp değiştirip gittiği her yerde şampiyon olmak olan bu
XXL adam “Ben gidiyorum,” demedikçe 2016 yılına kadar Paris Saint Germain’de.
Milli formayı giydiği İsveç’te zaten gördüğü ilgi malum. Adamın pulunu
yaptılar, ülkenin resmi sözlüğüne “Zlatanera” diye bir fiil eklediler. Kibirli
diye bildiğimiz Parisliler de geri kalmayıp İsveçli yıldıza ithafen “Le Zlatan”
isimli hamburgeri menülerine ekledi. Hamburger aynı isim babası gibi devasa,
kontrol edilmesi zor ve pahalı. “Le Zlatan” yemek isteyen biri 29.90 euro yani
yaklaşık 90 lirayı gözden çıkarmak zorunda. Yılda 15 milyon Euro kazanan bir
adamın hamburgeri de Big Mac fiyatına olacak değildi tabii ki.
İsveç milli takım forması giyen ve
Paris’te oynayan bu adam aslında Bosna Hersek kökenli. Malum Türk futbolunda
bir döneme damgasını Balkan ekolü vurmuştu. Bosna da uzunca bir süre sporcu
devşirmek için ilgi alanımızdaydı. Basketboldaki kadar fazla Boşnak sporcu
belki futbola kazandıramadık ama yine de Kovaçeviç, Baliç, Tarık Hociç, Nejat
Biyediç hala akıllarda. İnsan ister istemez düşünmeden edemiyor. Ya İbrahimoviç
ve ailesi İsveç’e değil, Türkiye’ye göç etseydi. Belki de İbo, kendisinden 10
yaş büyük Hakan Şükür’den sonra Türk futbolunun bir türlü bulamadığı golcüsü
olmaz mıydı?