23 Aralık 2013 Pazartesi

Sneijder "Bal", Onur "Kaymak"

Bir Pazar günü, iki tane 2-1 biten maç ve takımlarını mağlubiyetten değil belki ama hezimetten kurtaran iki güzel kaleci. Karabük karşısındaki Fenerbahçe’de Volkan, Galatasaray karşısındaki Trabzonspor’da da Onur olmasa maçlar herhalde 5 farklı biterdi. İki takım da belki 2-1 kaybetti ama Volkan ve Onur kaybetmedi.

Galatasaray bizi şaşırtmadı yine farklı bir diziliş ile sahadaydı. Semih ve Gökhan Zan geçmiş performanslarına göre daha iyi bir maç çıkardılar. Tabii  Gökhan’ın 22. dakikadaki röveşataya benzer yapmaya çalıştığı hareketi bu satırın dışında bırakmak lazım. Colman yakaladığı fırsatı kaçırmasaydı, Trabzonspor psikolojik bir üstünlük sağlayabilirdi. Galatasaray’da futbolcuların bireysel performansı artarsa, takım olarak daha iyi bir futbol izletecekler.

Sabri her zamanki enerjisi ve hırsını dün yine ortaya koydu. Ancak bu sefer bir de Trabzonspor’un kilidini açacak güzel hareketler de yaptı. İkinci golden önce sol ayağıyla yaptığı orta gibi. Selçuk evet eski Selçuk değil. Ancak bunda en önemli etken, sürekli farklı pozisyonlarda oynatılması ya da oynamak zorunda kalması. Bir maç sağda, bir maç solda oynayınca orta sahada yaratıcı pozisyonlarıyla maçın skoruna etki eden Selçuk’u görmek tabii ki zor. Buna rağmen, başka meslektaşlarının mızmızlanabileceği bu durumda Selçuk yine sahanın en çok koşanı, fayda sağlamaya çalışanı. Melo ise hep aynı Melo. Defansif özellikleri zaten iyi, dünkü gibi bir de top kaybetmeden Drogba ve Sneijder’i besleyince, bu iki oyuncuyu çok rahatlatabiliyor. Ancak kırmızı kart görmeyi hak eden davranışları artık Galatasaray gibi Avrupa zemininde mücadele eden bir takıma yakışmıyor. Bir diğer yakışmayan oyuncu da her yeni yıl öncesi yaptığını yapan Colman.

Trabzonspor kötü oynuyor. Orta sahası yetersiz. Zokora idare eden, "maaşımı alayım yeter" diyen memur zihniyetli bir oyuncu. Yerliler henüz yetersiz. Bir tek Olcan bireysel performansını artırmaya devam ediyor ancak onun da halen eksikleri var. Diğer yandan teknik direktör ve futbolcular oynadıkları maçları sayıyorlar, “biz şu kadar maça çıktık” diye. Tamam yol gidiyorlar, yol geliyorlar, bir mücadele ediyorlar ancak Trabzonspor camiasının önce şuna karar vermesi gerekiyor: Büyük takım mısın? Eğer öyleysen mızmızlanmayacaksın, rotasyonla maçlara çıkabilecek durumda olacaksın. Aksi takdirde büyük takım statüsünde mücadele edemezsiniz. Ancak orta sıralarda vasat bir takım görüntüsü çizersin.

Diğer yandan dün 3 puanı almış olmasına rağmen sezon arasına girerken Galatasaray’ın da farkında olması gereken çok nokta var. Bir kere halen korner-ön direk “organizasyon-suzluğu” devam ediyor. 16 maç oynamışlar, 8’ini kazanamamışlar. Neredeyse attıklarına yakın gol yemişler. 3. Bölgede her ne kadar yıldız oyuncuları olsa da, atak kanat beklerinden ya da defanstan başlamadığı sürece kuvvetli bir orta saha duruşuna sahip olamıyorlar. En az biz izleyenler kadar Drogba da sorunların farkında. Bunu saha içine iyice yansıyan agresif tutumundan anlamak mümkün. Drogba, lider vasıflı, kazanmaya alışık bir oyuncu. Yani winner (kazanan) tipli bir oyuncu. Kazanamadan kafası önde ayrıldığı maçları hazmedememesi normal. Bir de hakemlerin kendisine yapılan itme-çekme-tutma hareketlerini gözden kaçırması tuz biber oluyor. Sinirli hareketlerini yorumlarken tüm bunları göz önünde bulundurmak lazım.

Son olarak benim sezon başından beri belki de kimi zaman acımasızca eleştirdiğim Sneijder’e değinmek istiyorum. Sarı kırmızı formayı giymeye başladığından beri, ilk defa Inter’deki performansını anımsatan bir Sneijder izledik. Burak’ın golü öncesi Drogba ile enfes paslaşmaları, orta sahada topla gözden kaybolup ortaya koyduğu yaratıcılığı, boş alan zekası, her fırsatta kaleyi deneyen füzeleri ile alkışı hak eden bir oyuncuydu. Sneijder bunları bir kere iki kere değil, en az 20 kere yapmalı. O zaman ligin ikinci yarısında ve Avrupa arenasında çok daha farklı bir Galatasaray izleriz. Yazının son satırlarını ise, şahsi fikrimce en güzel Türk kaleciye ayırmak isterim. Onur Kıvrak sadece Trabzonspor değil, Türk Milli Takımı için de çok büyük bir şans ve fırsattır. Dün spikerlerin en çok kullandığı cümle "Sneijder vurdu, Onur kurtardı" oldu. Maçın bu iki kahramanı ortaya koydukları futbol ile birbirlerine en az karpuz-peynir, bal-kaymak kadar yakıştı.

16 Aralık 2013 Pazartesi

Beşiktaş'ın bitmeyen çilesi

Futbol konuşalım diye ısrarla altına çizdikçe gün geçmiyor ki ülkede yeni bir olay yaşanmasın. Ve yine gün geçmiyor ki, içinden Beşiktaş geçen bir maçta tartışmalara yol açacak bir olay yaşanmasın. Özellikle bu sezon Beşiktaş’ın başına gelenler pişmiş tavuk hesabı, kimsenin başına kolay kolay gelmez.

Erken bulduğu gol ve en azından ilk yarım saat etkili futbolu ile Beşiktaş 3 puana göz kırparak maça başladı. Ancak özellikle son 4 hafta iyice belirginleşen ikinci yarı düşüşü dün yine Beşiktaş’ta kendini gösterdi. Beşiktaş’ta kademeler arasında büyük bir kopukluk var. İlk yarım saatten sonra orta sahadaki düşüş, Fernandes’in “yapmadığı” bindirmeler, Necip’in fazla defansa yakın oynaması, sağ kanatta zorlama oynatılan Oğuzhan, bunlar hep Beşiktaş’ın oyununu ve isabetli paslarını düşürüyor. Beşiktaş zaten kanatları etkin kullanamıyorken, bir de orta saha da kuru bir kalabalık yaratıp, bal yapamamaya devam ediyor.

Bu ikinci yarı sendromlarında Biliç’in en büyük hatası ise geç gelen müdahaleler. Veli’yi niye oyuna sokmadı, Holosko niye geç girdi gibi eleştirileri maçı izleyen herkes yapmıştır. Beşiktaş’ta haftalardır 90 dakika maçı çıkartan tek oyuncu müthiş refleksleri ile Tolga. Almeida’nın golünden sonra tüm takımın Tolga’ya koşup bir nevi acısını paylaşmaları ise maçın en duygulandıran karesiydi.

Şimdi buraya kadar konuştuklarımızın hepsi inadına, her şeye rağmen futbol. Ancak iki olay ve bir hakem var ki, insanı yeşil sahalardan soğutur. Sahaya giren taraftar üzerine eminim günlerce herkes konuşacak ve yine hiç bir sonuç çıkmayacak. Konu taraftarın hangi takımı tuttuğu ne amaçla sahaya girdiği değil, konu taraftar kisvesi altında bir kişinin saha içine girebiliyor olması. Bu konuda Kasımpaşa kulübüne güvenlik zafiyeti sebebi ile ilgili uyarı ve cezalar mutlaka verilmeli. O holigana ise emsal teşkil edecek bir ceza verilmeli. Verilmeli ki, artık yetsin, artık bitsin.

Bu olay sonucunda “Benim için Beşiktaş bitmiştir, Elazığ maçına çıkmam” diyen Fernandes’e ise tek bir şey söylemek lazım: “İnşallah.” Fernandes yüzünden takım haftalardır zaten 10 kişi oynuyor. Bu olay yaradıysa tek bir kişiye yaradı o da kendisi. En azından artık “oynamam” demek için bir sebebi var. Geldiği günden beri karıştığı olaylar, gece hayatı, Beşiktaşlılığı hiçe sayan duruşu, ekstra paralar isteyen şımarıklığı ve kaprisi ve tüm bunları saha içi performansına yansıtan bu futbolcudan kurtulsun artık Beşiktaş.

Dağınık bir görüntü çizen, güven vermeyen ve sonuçta bir kural hatasına imza atan hakem Barış Şimşek için ise dilerim yetkili organlar adil bir değerlendirme yapar. Kırmızı kart ile haklı olarak oyun dışı bıraktığı Almeida ve Motta’nın yerdeki taraftara tekme atması ne kadar sporcu ahlakına aykırı bir hareketse, Donk’un fazladan topu elinde tutup, oyundaki topa çarptırması da en az o kadar sporcu ahlakından uzaktır. En az o kadar kırmızı kart gerektirir.
Yine de Beşiktaşlıların her zaman dediği gibi, bazen “inadına” demek gerekir. İnadına temiz futbol.


9 Aralık 2013 Pazartesi

O artık "Sergen Hoca"

Trabzonspor taraftarını dertlendirmeye bu hafta da devam etti. Deplasman maçlarında zaten istenilen sonucu veremeyen bordo mavili ekipte, aslında kendi sahasında da bu sezon işler kör topal gidiyor.

Mustafa Hoca hafta içi, eleştiriler karşısında takımını Yunanistan Milli Takımı’na benzetmiş, tıpkı onlar gibi güçlü savunma yapmaktan bahsetmişti. Ancak dün bir kez daha gördük ki, Trabzonspor’un savunma hattı aslında tek başına Onur’dan oluşuyor. O da tabii eğer günündeyse. Kaptanın performansının düştüğü günde ise mağlubiyet kaçınılmaz oluyor. Rakip oyuncular ceza sahası içinde topa rahatça kafa vuruyor, Trabzonsporlu futbolcular ise izlemekle yetiniyor. Sonuç, Mustafa Hoca’nın Yunanistan tezi de çürüyor.

Her ne kadar Malouda gibi bazı futbolcular bireysel anlamda iyi performans sergiliyor da olsa, Karadeniz ekibi bıkkın, mücadele etmeyen bir tablo çiziyor.  Ligin neredeyse yarısına geliyoruz ve Mustafa Hoca sezon başından beri takımın başında. Ancak takımı bir türlü büyük takım gibi oynatamıyor. Takım bütünlüğü kurmak, oyunu rakip sahaya yıkmak, pozitif futbol oynatmak; bunların hepsi bu sezon Trabzonspor’da sadece hayal. Kazandığı maçlarda dahi kötü futbol oynuyor. Eleştiri ligdeki puan durumuna değil, oynadığı futbola. Evinde oynayıp, kazanırken bile Trabzonspor’u izlemek eziyet.

Ligin liderlik sıralamasındaki takımları ile arasında kadro kalitesi anlamında ciddi bir fark olabilir. Futbolcuların tecrübesi daha alt düzey olabilir. Ancak takımı mücadele eden, iyi futbol ortaya koyan bir bütünlüğe taşırsın. Olmadı taraftarı heyecanlandıracak 2-3 tane genci takıma kazandırırsın. Yine aynı puanda, ligde aynı sırada olursun. Ama taraftar bilir ki, bu takım oynuyor, istiyor, bu sene değil belki ama seneye şampiyonluğa aday olur. O zaman tribün de dolar, eleştiriler de bu düzeyde olmaz. Anlayacağınız Trabzon’da bekleneni veremeyen sadece futbolcular değil, aynı zamanda teknik ekip de...

Diğer yanda ise, beklenenin üzerinde bir performans sergileyen bir teknik direktör, Sergen Yalçın. Düşme riski taşıyan, futbolcuların motivasyonunu kaybettiği Gaziantepspor ile Hoca olarak anlaştığında, herkes “yapamaz, bir kaç haftaya yorumculuk koltuğuna geri döner,” derken, takım üzerinde psikolojik bir doping etkisi yaratmış Sergen Hoca.

Taktik formasyonu oturmuş, özgüveni artmış, derli toplu bir takım görüntüsünde Antep ekibi. Daha da önemlisi hücuma eskisine göre daha çabuk çıkıyor ve kazanmak istiyor. Teknik adam olarak belli ki soyunma odasını doldurmuş Sergen Yalçın, futbolcularla arası iyi. Herkes Hoca’sının kendisine verdiği görevi yerine getirmeye çalışıyor, saygı duyuyor. Hem de Hoca’ları ile aralarında az bir yaş farkı olmasına rağmen. Bir dönem milli takım ve Türk futbolu için ümit vaad ediyor denen ancak bir türlü istenilen çıtaya ulaşamayan Cenk Tosun’u hayata döndürmüş. Sergen Hoca şimdilik ileride iyi bir teknik direktör olacağının sinyallerini veriyor.


Bu noktadan sonra sıra taraftar ve futbol yorumcularında. Taraftar tribünü doldurup genç direktörlerine ve hevesli futbolcularına destek olmalı, futbol konuşanlar ise şunu kabul etmeli, yeşil sahalarda görmeyi özlediğimiz Sergen artık sadece Sergen değil, bundan sonra Sergen Hoca’dır.

25 Kasım 2013 Pazartesi

Hızlı başladı hızlı bitti

Fenerbahçe deplasmanlarda hep zorlanıyor. Ancak Antalyaspor karşısındaki ilk yarı performansı bize sanki bu sorunu çözmüş hissi uyandırdı. Evindeki oyununu aratmayacak şekilde bol pozisyon buldu. Bu zengin ama kaçırılan pozisyonlar ve erken bulunan bir gol, Fenerbahçe’yi adeta “biz nasıl olsa bu maçı kazanırız, 2. golü buluruz” rahatlığına düşürdü. O yüzden de ilk yarı soyunma odasına 1 gol yemiş ve berabere gitti.

İlk yarıdaki Fenerbahçe’nin bulduğu bol pozisyonların arkasında tek bir isim var, o da Gökhan Gönül. Böyle bir futbolcuya sahip her takım, sahaya adeta 11 değil 12 oyuncuyla çıkıyor. Gökhan göz açıp kapayıncaya kadar takımı rakip kaleye getiriyor. Yine öyle ortaları var ki; biri Webo’nun golü ile sonuçlandı, diğerlerini ise, önce Alper, Kuyt, Sow, sonra Cristian cömertçe harcadı.

İkinci yarıya başlarken ise sarı lacivert orta sahası artık iyice etkinliğini yitirmeye başlamıştı. Oyuncu seçimi hatasını bu dakikalarda düzelten Ersun Hoca, Webo-Selçuk değişikliği ile orta saha direncini artırıp, hem rakibin hızını kesti hem de Emre’yi rahatlattı. Yine de maçın ilk dakikalarındaki iştahlı görüntüsünü yakalayamadı. Topla oynama oranları her ne kadar daha iyi olsa da, fazla faul yapan taraf sarı lacivertli ekipti. Bu da bir şeylerin dengeli olmadığının bir göstergesi.

Sonrasında oyuna giren Emenike, son günlerin “acaba Ersun Hoca ile küsler mi” tartışmalarının ortasındaki futbolcuydu. Galatasaray maçından sonra oyuna giren Emenike ile bu maçta giren arasında ciddi bir istek ve hırs farkı var. Bu görüntü de sanırım dedikodulara son noktayı koymuştur. Uzatma dakikalarında müthiş güçlü gelip top taşıdı ve harika bir asist ile Sow’u golle buluşturdu. Her ne kadar kayıtlar golü Sow’a yazsa da, gönüller golü Emenike’ye yazdı.

Fenerbahçe’nin forvet hattı çok formda ve özellikle bu tablo ile rakiplerine ciddi bir fark atıyor. Takımın özgüveni yüksek, bu da yine rakiplerine karşı ciddi bir psikolojik üstünlük demek. Ancak bir diğer nokta var ki, o da deplasman performansı ve son dakika golleri. Evet, takım geriye düşse bile oyundan kopmuyor, son dakikaya kadar mücadele ediyor diye yorumlayabiliriz bunu. Maça genelde önde basarak başlıyorlar, rakibi kaleden uzak tutup, 90 dakika boyunca enerjilerinin zinde kalmasını sağlıyorlar. Bir dönem Gordon Milne Beşiktaş’ı böyleydi. Son dakika golleri ile kazanıyordu. Ancak diğer yandan sarı lacivertli takım şunu da unutmamalı ki, son dakikalarda kazanmak aynı zamanda bazen de kazanamayacağın anlamına gelir.
Yine de şu bir gerçek ki, Fenerbahçe’nin oynadığı maçlarda staddan erken çıkan taraftar görmek artık pek mümkün değil.

11 Kasım 2013 Pazartesi

İnanan kazandı

Son Şampiyonlar Ligi maçını kaybetmiş, gruptan çıkma ihtimalini riske sokmuşsun, ligde liderin 6 puan gerisindesin, ezeli rakibini kendi sahasında 14 yıldır yenememişsin… Bir takımın bu şartlar altında çıktığı maça motive olmak için daha güçlü neye ihtiyacı olabilir ki? Galatasaray bir puan için Kadıköy’e gelmiş Anadolu takımı görüntüsündeydi dün gece. “Biz gol yemeyelim, beraberlik belki gökten kucağımıza düşer” oyun sistemi ile sahaya çıkmışlardı. Kimse eksiklerden yakınmasın. O eksiklikleri kapamak, hissettirmemek için ekstra motive olabilirdi takım. Olmadı.

Çok net olan bir şey var ki, Mancini hala ne Galatasaray’a ne de Türkiye ligine adapte olamamış. Yanında takımı çok iyi tanıyan Tugay var, ama herhalde Hoca onu da pek dinlemiyor. Bu dizilişi anlamanın başka türlü imkanı yok. Sol açık diye aldığın Bruma’yı sağ açıkta oynatıyorsun. Sol bekte belki de takımı savunmadan en iyi çıkarabilen oyuncu Riera’yı kadroya almıyorsun. Ancak Melo cezalı ya da sakat olursa onun alternatifi olabilecek Ceyhun’u tutup orta sahanın ortasında oynatıyorsun. Bir şey değil, bu hamleyle Melo’yu da bozuyorsun. Burak’ı kimsenin hatta kendisinin bile anlamadığı bir şekilde çizgide oynatıyorsun. Hem de bu adam daha evvel Beşiktaş ve Fenerbahçe’de de aynı pozisyonda oynatılmış ve verim alınamamışken. Şimdi yine aynı maceraya atılmanın anlamı ne? Siz yapamadınız, oynatamadınız, ama benim İtalyan tekniğim onu o mevkide oynatır egosu mu? Sahi ego demişken, Fatih Hoca ile oynarken gol makinesi gibi olan, hatta kafa gollerine de göz kırpan Burak’ı izlemeyi özleyen bir ben miyim?

Bu saha parselizasyonu ile Mancini kötü bir maç çıkardı. Bu diziliş, bu orta saha organizasyonu, bu oyun anlayışı ile takım Fenerbahçe’nin karşısına 20 kere çıksa, 19’unu kaybeder, birinde de belki berabere kalır.

Elinizde Türkiye standartlarının üzerinde yıldız futbolcularınız var. Ama siz tutup bunları kendi mevkileri dışındaki yerlerde fantezi arar gibi oynatırsanız, ne Burak’tan, ne Melo’dan ne de Bruma’dan hayır gelir. Buna bir de Egemen ve Alves arasına sıkışan Drogba eklenince sahada Galatasaray etkisizdi demek kadar normal bir şey olamaz. Galatasaray’ın gol atmaya o kadar niyeti yoktu ki, Melo adeta geri pas verir gibi penaltı atınca takımın tek şansını da harcamış oldu. Bir de defansın belki de tek “gerçek” defans gibi oynayan oyuncusu Semih’i çıkarmak da yine akıl almaz bir hamleydi. Bu arada Semih’in bir pozisyonda düşerken elini çekmesi, Fransa liginin tecrübeli futbolcusu Chedjou’ya adeta  “bak abi böyle düşeceksin” dersiydi.

Buraya kadar yazdıklarımın hepsi bir kaç hamle ile çözülebilecek sorunlar. 9 puan da kapanmayacak bir fark değil. Ancak daha önemlisi özgüveni ve oynama isteği kaybolan takım. O hırslı, her şeyden önce inanarak sahaya çıkan futbolcular gitmiş, yerine başka bir takım gelmiş. Kötü oynamak problem değil, olabilir zaman zaman. Ama kötü mücadele edemezsin. İnanmamazlık edemezsin. Mağlup olabilirsin. Ama yenilince gülerek soyunma odasına gidemezsin. Yenilgiye isyan etmemezlik edemezsin. Bir derbiyi daha inanan takım kazandı. 

4 Kasım 2013 Pazartesi

Aynı Nakarat

Yine aynı filmi izliyoruz. Ligin siyah beyazlı ekibi sezona fırtına gibi başlar. Daha ilk haftalarda şampiyonluk için favori gösterilir. Müthiş takım uyumu, koşu mesafeleri, yaratıcı genç oyuncuları köşe yazılarını süsler. Sonra? İlk 4 hafta geride bırakılırken, bir-iki puan kayıpları başlar. Sakatlıklar. Teknik direktöre çevrilen eleştiri okları.

4. haftadan sonra ne oluyorsa oluyor ve Beşiktaş’ın iki sezondur futbol oynama elektriği kesiliyor. Hiç şüphesiz bunda iyi bir forvet eksikliğinin payı büyük. Rakipleri Galatasaray ve Fenerbahçe 3 forvet ile oynarken, Beşiktaş’ın sadece Almeida’ya sarılmış olması gol yollarını zorlaştırıyor. Modern futbolda artık mevkilerin öneminin kalmadığı, ofansın defanstan başladığı, forvet sayısının aslında çok da önemli olmadığı gerçeğini elbette kabul ediyoruz. Ancak bu sistem için öncelikle forvet arkasında rakibin kilidini çözecek futbolcular lazım. Siyah beyazlı ekipte bu görevi alması gereken 3 futbolcu var: Olcay, Gökhan ve Fernandes.

Olcay hala formsuz. Topu ayağında tutamıyor. 3 haftadır maça bireysel hatalarla başlıyor. Fernandes ise hala en az Quaresma kadar “Portekizli”. Sezon başında sözleşme görüşmeleri yapılırken fırtına gibi oynayan Portekizli, istediğini alamayınca takımın tüm planlarını aksatan bir oyun sergilemeye devam ediyor. Böyle sıradan bir futbol oynuyorsan, o zaman sıradan paralar isteyeceksin. Daha da önemlisi sezon başından beri, eğer her maç ilk 11’de sahaya çıkıyorsan, oynadığın sürece hakkını vereceksin. Ancak ne Fernandes bekleneni verebiliyor, ne de kulüp sezon sonu sözleşmesi bitecek bu oyuncunun yerine bir alternatif üretebiliyor.

Takımın yaratıcı pozisyon bulmak adına bir diğer ihtiyacı ise Oğuzhan. Özgüveni yüksek, yıldız bir futbolcu olmaya aday bir isim Ozzie. Ancak fazla özgüven gençlikte her zaman işe yaramıyor, bazen kaleye beş metre mesafede topu dışarı vurmaya sebep oluyor. Oğuzhan’ın en büyük eksiği gol bölgesinde hep bir fazla hamle yapması. Basit oynamak yerine daha ince hareketleri tercih ediyor. Bu esnada da rakip 4-5 futbolcu çoktan başına üşüşmüş oluyor. Maalesef futbolda sadece yetenekli futbolcu olmak yetmiyor. Kaleye o kadar yakın mesafede önce o golü atmanız gerekiyor.

İlk 4 hafta 12 puan alıp, son 6 haftada sadece 6 puan alan Beşiktaş’ta Biliç’i en son eleştirmek lazım. Geçen sezon takımı o çalıştırmıyordu, ancak tablo yine aynıydı. Siyah beyazlı ekip senaryoyu değiştirmek istiyorsa, adres apaçık belli: “Orta sahadaki Portekiz.”




21 Ekim 2013 Pazartesi

Kaç pas iyi futbol yapar?

Dünyanın rüya takımı kim diye sorulsa, muhtemelen büyük çoğunluk Barcelona diyecektir. Ve Katalan ekibin en başarılı noktası için de isabetli pas oranlarını verecektir. Futbolun en zor yanlarından biri yüksek ve isabetli pas yüzdesi ile oynamak. Maç başı ortalama 700 isabetli pas yapan bir takımdan bahsediyoruz. Geçen sezon oynanan Real Madrid maçında bu rakam 684’dü. Yani 331 pas yapan Real Madrid’in iki katından fazla. Sadece bu kadar da değil, Avrupa Şampiyonaları tarihinin bir maçta en fazla pas yapan takımı unvanı da 898 pasla İspanyollarda. Daha da etkileyicisi sadece 83 pas hatası ile maçı tamamlamış olmaları.
Daha yazının girişinde niye bu bilgiler diye düşünenler olabilir. Dün oynanan Kayseri Erciyesspor – Fenerbahçe karşılaşması sonunda LigTv’de verilen istatistiklere takıldım kaldım. Ev sahibi takım 250 pas yapmış, 186’sı isabetli. Fenerbahçe ise 665 pas yapmış, 593’ü isabetli. Sarı lacivertli ekibin yaptığı pas sayısı ligin ortalamasının çok üstünde, Barcelona’ya oldukça yakın düzeyde. Ancak bu pasların oyuna ve skora yansıması, Katalan ekibini izlerken aldığımız keyfe benzemiyor. Kimyada bir şey eksik.
Sorunun adresi aslında ortada. Ortada derken bildiğiniz ortada, yani orta sahada. Fenerbahçe takım olmuş görüntüsünü sürdürmeye devam ediyor. İsimlerden bağımsız, tek bir sarı lacivert tablosu çizen takımda, orta saha problemi hariç tıkır tıkır işleyen bir yapı var. Emre’nin eski performansını yakalayınca takımdaki yeri ve etkisi elbette tartışılmaz. Dikine oyun kurabilmesi, yaratıcılığı takım için önemli özellikler ancak öncelikle eski fiziğine kavuşması gerekiyor. Ama Selçuk ve Cristian’lı bir orta sahanın takımı bir hayli yavaşlattığı da gerçek. Hücuma bir türlü destek olamayan ikili, bu zafiyetini kapatmak için yan top yapmaya başlayınca ortaya akıl almaz bir pas sayısı çıkıyor. Ancak ne yazık ki, üretken olamayan paslar bunlar.
Fenerbahçe Trabzonspor karşısında yaşadığı olgun atak ve yaratıcı pozisyon eksikliğini Kayseri Erciyesspor karşısında da sürdürdü. Azofeifa’nın harika frikiğinden gelen gole kadar daha verimli oynayan sarı lacivertliler, yedikleri golden sonra top tutamadı. Ersun Hoca’nın takıma en büyük etkisi hızlı futbol oynatmaya başlamış olması. Ancak Fenerbahçe’de hızlı ve tempolu futbol, dakikalar ilerleyince telaşa dönüşüyor. Topun filelerle buluşması için de bireysel çabalar bile yeterli olmuyor.
Takımın bir diğer önemli sorunu ise, Caner. Fiziksel olarak en iyi sezonunu geçirdiği şu sıralarda saha içi hareketlerine dikkat etmemesi, gayretini ve performansını da olumsuz etkiler. Her ne kadar bazı hakemler belki büyük takımların maçlarında kart gösterirken tedirginlik yaşasa da, onların affettiğini Ersun Hoca gibi teknik direktörler affetmiyor. Hoca’nın 42. dakikada Caner’i oyundan alması, hiç şüphesiz yeşil sahaların en şık ve cesur hareketlerinden biriydi.

Sonuç olarak, Ersun Hoca takımı hızlı oynayan, pas yapan bir yapıya dönüştürdü. Şimdi en büyük ihtiyaç, en az hızlı oynadığı kadar hızlı düşünebilme yeteneğini kazandırmakta. Çünkü Barcelona da olsanız, mesele ne kadar sayıda pas yapabildiğiniz değil. Mesele pas sırasında ne kadar yeni alan yaratabildiğiniz, rakibi ne kadar açabildiğiniz. Diğer bir deyişle yaratıcılık. İşte o yaratıcılık futbolu şiir yapıyor. Messi’yi izlerken aldığınız keyif o yüzden Cemal Süreya okumaya benziyor: “keşke yalnız bunun için sevseydim seni”

7 Ekim 2013 Pazartesi

0-0'ı sevebilmek

Fenerbahçe – Trabzonspor karşılaşmasını bir cümle ile anlatmaya başlasak: “Daha fazlasını bekliyorduk,” demek doğru olur. Herkesin bol gollü geçeceğini tahmin ettiği maç, iki takımın da yüksek defansif anlayışı sebebiyle golsüz eşitlikle sonuçlandı.

Fenerbahçe Ersun Hoca ile beraber daha derli toplu oynayan bir takım görüntüsü çiziyor. Takım içi uyum yakalanmış. Ancak 7. hafta sonunda halen orta sahada ofansif yaratıcılık sergileyecek futbolcu eksikliği yaşıyor. Dün akşam da oyunu dikine kurup pozisyon yaratabilecek bir oyuncu olsaydı kuşkusuz sonuç çok daha farklı olurdu. İlk dakikalarda gelen Holmén’in şutunu saymazsak, neredeyse devre sonuna kadar gol pozisyonunun olmadığı ama mücadelenin yoğun olduğu bir maç izledik. Bir yanda geçit vermeyen bir Trabzonspor, diğer yanda oyunu rakip sahaya yıkan bir Fenerbahçe.

Her ne kadar sarı lacivertli ekip oyunu rakip sahaya yıktı desek de, Mustafa Hoca’nın defansif kurgusu ile sadece ceza sahası dışından şutla hücum yapabildi. Sağda Bosingwa, solda Aykut rakip atakları keserken, maçın adamı sayılacak Zokora da Fenerbahçe’nin ataklarını daha başlayacağı noktadan kesmekle görevliydi. Buna bir de rakibin panik halinde hücuma çıkması eklenince, Mustafa Hoca’nın işi kolaylaştı.

Trabzonspor adına maç boyu en büyük eksiklik, futbolun en temel gerekliliği olan “gol atmayı” düşünmemiş olmaları. Malouda ve Adrian topu ileriye taşıyabilecek oyuncular olmalarına rağmen, adeta bir ses kulaklarına “durun” diye fısıldamış gibi, uygun ortamlarda bile pozisyonları değerlendiremediler. Aklıma Hakan Şükür’ün gol kralı olduğu dönem hep söylediği bir söz geldi: “Ben maçtan önceki gece, atacağım golü önce rüyamda canlandırırım,” derdi. Kontrataklardan gol bulmaları için pozisyon varken, Trabzonsporlu futbolcular bırakın rüyada canlandırmayı, 90 dakika boyunca akıllarından gol atmayı geçirmediler. Neticede kinetik enerjiye çevrilemeden geçip giden bir potansiyel enerji bıraktılar sahada.

Şüphesiz bir derbi maçının sonucu için 0-0 tercih ettiğimiz bir skor değildir. Ama futbolu karşılıksız, skordan bağımsız sevmenin sınavıdır. Dün izlediğimiz mücadeleci futbol o sınavı başarıyla verdi. Sayılar, skorlar sadece belli değerleri ölçer. Niceliğin efendisidir. Mühim olan nitelik. Hayatta da, ona fena halde benzeyen futbolda da. Futbolcunun da çok gol atanı, kurtaranı değil, çok nitelikli olanı sadece işini yapmak için sahaya çıktığında, belki şu “meşhur ülke futbolu” kurtulur. 

23 Eylül 2013 Pazartesi

Güzel oyun

Festivalle başlayan, seyirci rekoru kırılması planlanan şölen tadındaki bir derbi maçının finish çizgisinde geldiği nokta, eli kağıt kalem tutan herkesi hiç şüphesiz maçı yazmaktan soğutmuştur. Herkes dün geceden beri olayların neden/kimler tarafından çıktığına dair çeşitli fikirler üretiyor. Ben de bunlara dahil olmak ya da yenilerini üretmek niyetinde değilim. Bunun bir şeyi değiştirebileceğine de inanmıyorum.

Bugün çok daha farklı bir yazı yazmış olmayı isterdim. Uzun bir aradan sonra istekli oynayan Sneijder’den, ne kadar yerinde bir değişiklik olduğunu ısrarcılığı ve adam kovalamasıyla gösteren Bruma’dan, Burak’ın neden kolay pozisyonları harcadığından, Melo’nun haince girdiği pozisyondan, Drogba’nın liderliğinden bahsetmek isterdim. Beşiktaş’ın koşu mesafeleri ile ispat ettiği sağlam ciğerlerini, her iki yönde de oyunu etkili oynamasını, bireysel hatalardaki zafiyetini, ilk golü yedikten sonra psikolojik olarak neden olumsuz etkilendiğini anlatmak isterdim.Sonra da koca bir stad dolusu insanın, mesafeyi umursamadan tribünleri doldurmasından, güzel bir Eylül pazarından bahsetmek, belki bir şiir dizesi ile yazıyı bitirmek isterdim.

Çok değil, daha geçen sezon pırıl pırıl bir gencimizi yine bir derbi maçı sonrası kaybettik. Daha üzerinden aylar geçmişken dün bir facianın eşiğinden döndük. Kırılan sandalyeler üzerine saatlerce konuşabiliriz, ancak kırılan bir insan kolu, bacağı, canı da olabilirdi. Çıkan olayların sebepleri, siyasi etkileri, maça girişteki kontrolsüzlük, neredeyse özel güvenliğe de bir güvenlik tutma noktasına getiren yetersizlik... Hepsini futbol izleyicisi olan, olmayan herkes gördü.

Bundan sonra ne olacak? 6222 numara bütün bu olayları çözmeye yetecek mi? Bir daha sahalarda böyle görüntüler görmeyecek miyiz? Dün olaylardan sonra babamın arayıp “iyi ki maçta değildin” demesi gibi anne-babaların içi rahat edecek mi? Deplasmana zaten gitmiyorduk, stadlara da artık gitmeyelim mi diyeceğiz? Yasaklarla, cezalarla en fazla uluslararası organizasyonlara aday ülke statüsünde kalabiliyoruz. Önce zihinlerimizi temizlememiz gerekiyor. Hepimizin. Spor ahlakını, adı üstünde “ahlak” kazanmamız gerekiyor. Tribünde pankart açarken de, rakibe faul yaparken de. Sonra da çevremizi temizleyip kötüleri ayıklamak gerekiyor. Yoksa çok yakında sadece taraftar olmak bile “sakıncalı” sayılacak.

Futbolu sadece “güzel oyunu” seven kaç kişiyiz? Kalkın, kaç kişiysek bir sayalım, diğerlerini geride bırakıp yola biz devam edelim artık...

16 Eylül 2013 Pazartesi

Devrim... Loading %70...

Bazı maçlar galibiyet önemlidir, bazı maçlar ise galibiyetten önemlidir. Bursa deplasmanından alınan 3 puan hiç şüphesiz Beşiktaş için bu sezonun en kıymetli puanıydı. Buram buram teknik direktörlerin taktik savaşı kokan maçta, Biliç’in akıllı hamleleri galibiyeti getirdi.

Milli maçtan sakatlanıp dönen Veli Kavlak’ın yerine defansif özellikleri baskın Necip ya da İbrahim Toraman’ı oynatmayı düşünmeyip Fernandes, Gökhan, Olcay, Atiba “fantastik dörtlü”sünün yanına bir de Oğuzhan’ı ekledi. Bu akıl dolu hamlenin sonucu rakibe alan bırakmayan, pozisyon üreten, hızlı ileri çıkan bir Beşiktaş orta sahası izledik. Diğer yandan rakip Daum ise Belluschi’nin eksikliğini yaşadı. Ne Pinto’nun gol bulma ne de Batalla’nın pozisyon üretme çabaları fayda etmedi. Tabii bunda hem orta sahadaki yükü taşıyan hem de Batalla’yı bitiren Atiba’nın, istikrarlı ve baskılı oyunu ile sabırlı ve isabetli paslarla oyunu defanstan kuran Beşiktaş beklerinin de etkisi büyüktü.

Yeni transfer Ramon’un sol beke ilaç gibi gelişi, bir sağa bir sola kateden Gökhan Töre’nin uzun paslarla arkadaşlarını besleyişi, duran topların forveti Sivok’un varlığı ve koşu mesafeleri tablosuna imza atan Fernandes ile, Beşiktaş izleyen herkesi kendine hayran bıraktı. Bir futbol adamı olduğu kadar müzik adamı da sayılan Biliç, “maestro” olması için önce bir orkestra olması gerekliliğini biliyor. İşte bu yüzden henüz geleli çok kısa bir süre olmasına rağmen, öncelikle Beşiktaş’tan birbiri ile uyum içinde çalışan bir orkestra kurmuş. Derli toplu oynayan, organize ve planlı ataklarla çıkıp bu pozisyonları gole çeviren siyah beyazlılar, geçen senenin şampiyonluk mücadelesini yaşayan 2 rakibine daha şimdiden 6 puan fark attı.

Bugüne kadar Beşiktaş’a bir çok teknik direktör geldi geçti. Kazandırdıkları maçlardan sonra gazetelere bir çok hoca manşet attı. Kolej takımından, takım ruhuna kadar bir çoğunun siyah beyazlı ekip ile devrim yaptığı söylendi. Doğrudur, abartıdır taraftarın takdiri. Ama şu açık ki, en çok Biliç’e “devrim” yakıştı. 

11 Eylül 2013 Çarşamba

Ter'li bir Milli Takım

Bir milli takım kaderimizdir işi son dakikaya bırakmak. Tıkandığımız yerde arkaya dönüp bakıp, “Hocam gel çık şu işin içinden” diye tek bir adamdan mucize beklemek. Nitekim 2014 Dünya Kupası’na gidebilmek için umutlarımızın yine eser miktarda olduğu bir bahar yaşıyoruz.

Ne oldu da kendi evimizde 0-1 yenildiğimiz Romanya’ya karşı deplasmanda daha ilk 30 dakikada üstünlük sağladık? Bu oyuncular nasıl oldu da hepimizi Dünya Kupası’na gidebileceğimize inandıran bir oyun sergiledi? Bu iki sorunun cevabını net bir şekilde masaya koyup adım atsak, işte o zaman gerisi gelir. Başta Fatih Hoca’yı eleştiren herkesin, kenara koyulan kazanılan maç sayısı artıkça “Zaten bunu Hoca’dan başkası yapamazdı” demesi, aslında Türk futboluna bir ihbar değeri taşır. Ülkede spor adına işleyen en iyi nokta Fatih Terim, lütfen yeni Fatih Hocalar da yetiştirin diye...

90 dakika içindeki hangi futbolcuyu anlatmalı bilmiyorum. Maçın en kilit adamı Caner’i mi, Umut Bulut ve ciğerlerini mi, Arda’nın liderliği ya da iki Gökhan’ın ofansif ve defansif uyumunu mu? Hani şiir gibi oynadılar diye bir söz vardır ya, işte aynen öyle bir futbol izletti bize milli takım. Caner Türkiye’nin en iyi sol beki olabileceğini, tek ihtiyacı olan şeyin iyi bir teknik direktör ve konsantrasyon olduğunu, Burak eğer isterse 18 içine gelip rakip atakları karşılayıp, buradan top çıkarabileceğini gösterdi.

Çok değil bundan bir kaç ay önce eleştirilen Milli Takım’ın bugün nasıl bu hale geldiğini aslında en iyi anlatan bir kaç sahne vardı:
Burak’ın oyundan çıkarken gidip kafasını Hoca’sının omzuna yaslaması, Gökhan Töre’nin maçın durduğu bir anda Hoca’nın yanına “Bana söylemek istediğiniz bir şey var mı” diye gelmesi, Selçuk’un yarım bacak maça devam edip, Arda’nın hastalığına rağmen oyunda kalması...
Ve son olarak maçın bitiş düdüğü ile gömleği en az futbolcular kadar terlemiş bir teknik adam. Bitirirken sözü Fatih Hoca’nın maç sonu açıklamalarına ayırmak isterim, hafızalarımıza iyice yer etsin diye...
“Kazanırken de kaybederken de bu herkesin Milli Takımı. Hepimizin. Milletimiz “benim takımım bu be kardeşim” demeli izlediğinde... Bunu önemsiyoruz”

Teşekkürler Hocam...