26 Aralık 2016 Pazartesi

TELLİOĞULLARI & SEFEROĞULLARI



Rekabetin tarihçesine ulaşmak neredeyse imkansız gibi. İnsanoğlu var olduğundan bu yana hep bir şeylerle rekabet halinde. Doğayla, hayvanlarla, karşı cinsiyle, hem cinsiyle… Ama olaya bir spor müsabakasına ilk büyük rekabet, diğer adıyla derbi ne zaman girdi diye bakacak olursak, tarih bizi Osmanlılara’a, eski İstanbul spor merkezi olan Sultanahmet meydanına götürüyor. Yıldırım Bayezid’in oğlu Çelebi Mehmet, babası ve Timur arasındaki Ankara Savaşı’na katılmış, babasının da esir düştüğü bu savaştan büyük dersler çıkarmıştı. Hani Osmanlı’da meşhur Fetret Devri’ni başlatan savaş. Bayezid’in ölümüyle taht kavgasına düşen Osmanlı’da, Çelebi Mehmet 200 süvariyle Amasya’ya çekilmiş, onları eğitmeye başlamıştı. Bunların bir kısmı kendi adına diğerleri oğlu Murad adına talim yapıyordu. Kendi adına yapanlar Amasya’nın bamyası meşhur olduğu için Bamyacılar, oğlu adına yapanlar ise Merzifon’un lahanası meşhur olduğu için Lahanacılar adını aldı. Bu iki takım başta talim amacıyla lakin daha sonraları özel günlerde de ciritten, güreş, okçuluğa kadar bir çok müsabaka yaptı. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldıktan sonra, onun huzurunda Sultanahmet meydanında, tezahüratlar eşliğinde bu yarışlar devam etti. Bugün hala meydandaki bir çok tarihi eserde, Lahancılar ve Bamyacılar’a ait figürlere rastlamak mümkün, sadece biraz daha dikkatli bakın.

Futbolun Beşiği İngiltere

Futbol topunun hayatımıza girmesiyle beraber, rekabetin yeşil sahalara girişi de Birleşik Krallık’ta oldu. Old Firm Derby (Eski Sert Derbi) adıyla da bilinen Celtic - Glasgow Rangers maçında şiddet görüntüleri hiç eksik olmaz, nefret adeta ekranlardan taşar. Şiddet deyince sizin aklınızdan ne geçti bilmiyorum lakin gözünüzde canlandırmanız için küçük bir noktaya vurgu yapmak isterim. 1975’te oynanan bir Old Firm maçından sonra “iki cinayet girişimi, iki satırlı saldırı, bir baltalı saldırı, dokuz bıçaklama, otuz beş dayak olayı” kayıtlara geçmiş. Baltayı nereden bulmuşlar ben de bilmiyorum. İlk kez 1888 yılında karşı karşıya gelmişler, tevellütü de bir hayli eski yani. Rangers, Protestan inanca sahip İskoçların temsilcisiyken, Celtic -adı üstünde Kelt- İrlandalı köklerine bağlı Katoliklerin takımı. Tarihte bir takımdan diğerine doğrudan transfer olan futbolcu sayısı sadece yedi. En sonuncusu da 1918’de transfer olmuş. İnsan haliyle burada Tanju Çolak, Emre Belözoğlu, Sergen Yalçın, Tümer Metin’i anmadan geçemiyor. Taraftarın kulübe bağlılığı da dünyanın diğer yerlerinden biraz daha farklı. O kadar çok Rangers taraftarı ölünce küllerinin Ibrox Stadı’na serpiştirilmesini istiyor ki; kulüp çareyi bu uygulamayı yasaklamakta buluyor. Zira artık ölü taraftar külünden stadın belli yerlerinde çimler görünmüyormuş. 

İngiliz taraftarların dünyada bir benzeri daha yoktur. Futbol tarihinin de sayıca en kalabalık derbi karşılaşmalarına yine burası ev sahipliği yapar, Londra, Manchester, Liverpool. Matematik dersine, permütasyon kombinasyon konusuna hızlı bir flash back yaparsak, sadece Londra’da sezon boyunca 20 derbi oynanır. Derbi tanımını aynı iki şehrin takımları arasındaki karşılaşma klişesinden çıkarırsak eğer, stadlarının arasındaki mesafe sadece 53 km olan, Liverpool ve Manchester United arasındaki mücadeleyi İngiltere’nin en önemli derbilerinin başında sayabiliriz. Bu mücadele futbolun çok ötesinde iki şehrin, ekonomik, sosyal ve müzik alanındaki de çekişmesidir. Hangi tarafın daha “Kırmızı” olduğunun kavgasıdır. Bir tarafta Beatles diğer tarafta Smiths, bir yanda Liverpool Limanı, diğer yanda Manchester Kanalı, Scouser aksanı ve karşısında Mancunian aksanı ve son olarak bir yanda Bill Shankly diğer yanda Matt Busby. Ülke sınırları dışından bir futbolsever olarak taraf seçmek oldukça zor. Alkollü taraftarların olay çıkarmasını engellemek amacıyla son yıllarda karşılaşma öğle saatlerinde oynanmasına rağmen gerginliğin eksik olmadığı bir derbi. Yüzyıllar önce başlayan sanayi devriminde kimin lider olduğunu hala ispat etmek istercesine bir rekabet vardır aralarında. Geçtiğimiz yıllarda o dönem Liverpool’un golcüsü olan Suarez’in, United’lı Patrice Evra’ya karşı ırkçı hareketini ve 8 maçlık cezasını hatırlarsınız. O ceza sonrası Liverpool tribünlerinde açılan bir pankart, aslında iki kulüp arasındaki rekabeti en iyi şekilde anlatıyordu:
“We are not racist, we only hate Mancs!” (Biz ırkçı değiliz sadece Manchesterlılardan nefret ederiz!)

Ateşli İtalyanlar

Soğukkanlı İngilizler futbolda bu kadar ateşliyse, sıcakkanlı İtalyanlar’ın alev alev tutuştuğunu söylemek pek yanlış olmaz. Dur bir dakika, İngiliz derbilerinin sayısının çokluğundan bahsettin ama diğerlerini anlatmadın diye söylenenlere interneti tavsiye ederim. Zira onların derbilerinden bir dergi yazısı değil bir kitap olur ancak. Ateşli İtalyanlar diyorduk. Küçük Bakire Meryem derbisi diye bilinen Milan-Inter karşılaşması dünyanın en çok izlenen derbilerinden biri. Önce Milan kuruluyor. Ama kulüp hep İtalyan futbolcu oynatıyor. Yabancı oyuncu da oynatmak isteyen bir grup ayrılıp Internazionale’yi kuruyor. Adı üstünde uluslararası. Ama konu alev alev yanmak olunca Roma-Lazio derbisi İtalya sınırları içerisinde dumanı en bol olan karşılaşmadır. Lazio faşist diktatör Mussolini’nin izlerini taşır. Kadrosunda çok uzun yıllar siyahi oyuncu bulundurmaz. Efsane oyuncuları Paolo di Canio bir maçta Nazi selamı dahi vermiştir. Onlara göre Roma “Yahudilerin desteklediği zenci takımıdır.” Roma ise başkentteki işçi ve göçmenlerin desteğini arkasına almıştır. Bir nevi sağ sol kavgası halinde geçen karşılaşmalardan önce Roma sokakları yanar. Her iki grup da şehrin sahibinin kendisi olduğunu iddia eder. Evet, bir nevi Tosun Paşa-Yeşil Vadi hikayesi. 

Futbola Siyaset Karışır
Bir dönem Çavuşesku’nun desteklediği Steaua Bükreş ile ona karşı polis ve muhalefetin desteklediği Dinamo Bükreş, Romanya’nın en büyük derbisidir. 1988 yılında yaşanan olay bir olay sadece futbol tarihi değil dünyadaki diktatörlük tarihi açısından büyük önem teşkil eder. İki takım arasındaki kupa finali 1-1 iken, Steaua’nun bir golü ofsayt gerekçesiyle verilmez. Fakat devreye Çavuşesku girerek golün sayılmasını emreder ve kupa da Steaua Bükreş’e gider. İlginç tesadüf o dönem Dinamo’yu Lucescu çalıştırmaktadır. Aradan yıllar geçip, Lucescu Beşiktaş’ı çalıştırdığı dönemde, siyah beyazlı ekip ligin ilk yarısını 11 puan önde kapatmasına rağmen, 2003-2004 sezonu şampiyon olamaz. Lucescu ise “Türkiye’de futbol düzeni Çavuşesku Romanya’sını hatırlatıyor.” deyip ülkesine geri döner. 
Bir dönem Rusya Savunma Bakanlığı’nın hissedarı olduğu CSKA Moskova ile halkın takımı olarak bilinen Spartak Moskova da yine siyasi izler taşıyan derbilerden biridir. 
Kahire derbisi ise Orta Doğu’nun en önemli olayıdır. Al Ahly İngiliz sömürgeciliğine karşı direnen, milliyetçilerin desteğini arkasına almışken, Zamalek ise yabancı hayranlığı güden, Kralcıların takımıdır. 
İspanya’da Kral Franco ve kurduğu düzenin destekçileri Real Madrid’i savunurken, karşılarında aynı şehirde yaşamaya çalışan Cumhuriyetçilerden ve isyan duygusundan beslenen Atletico Madrid yer alır. 
Anti-Faşist Birleşik Gençlik İttifakı temsilcisi Kızıl Yıldız ve Yugoslav Halk Ordusu’nun takımı Partizan’ın siyasi rekabeti ise Belgrad Derbisi’nin doğmasına sebep olmuştur.

Herşeyin Başı Para

Maraba sınıfını temsil eden Marsilya ve onların ürettiğini yiyen züppe Fransızları temsilen Paris Saint-Germain, karınca Benfica ve ağustos böceği Sporting Lizbon, emekçi Olympiakos ve Atina’nın yüksek sınıfını arkasına alan Panathinaikos hayattaki gelir eşitsizliğine tepki olarak doğan derbilerdir. 
Bunların en tepesinde ise Superclasico diye bilinen Arjantin derbisi Boca Juniors ve River Plate gelir. Cenevizliler diye bilinen Boca işçi sınıfını temsil ederken, Los Millonarios diye bilinen River ise zenginlerin takımıydı. Hatta 

Boca taraftarları, River oyuncu ve taraftarlarının korkak olduklarını iddia ederek onlara Gallinas (tavuk), River taraftarları ise fakir rakip taraftarlarının kötü koktukları gerekçesi ile Los Chanchitos (küçük domuz) lakabını takmıştır. 

"Keşke"lere Yer Yok

“Kırılma, küsme, kaçma” diyor hep içindeki ses, çünkü “keşke” demeye vakti yok. Hayran olduğu ailesinden öğrendiği doğrularla dimdik duruyor. Her anın kıymetini bildiği gibi, tanıdığı her insanın da değerini bilen gencecik bir adam.“Farkında olmalı insan, Kendisinin, hayatın, olayların, gidişatın farkında olmalı, Farkı da fark etmeli, fark ettiğini de fark ettirmemeli bazen…” diye başlar Can Yücel bir şiirinde. İşte tam da böyle biri Cenk Tosun, yaşamın ve dostluğun farkında…


Futbola 3 yaşında başlamak çok erken değil mi?
Biraz öyle galiba. Şortum bile konçlarımın üzerine düşüyordu, konçlarım gözükmüyordu öyle düşün. Bazı çocuklar yürümeyi yeni öğrenmiş oluyor o yaşta. Almanya’da buraya nazaran çocuklar alt yapıya daha erken gidiyor. 5-6 yaşında çocuklarla oynuyordum ama sırıtmıyormuşum yanlarında.

Sen hatırlıyor musun o dönemi?
Yok, hiç hatırlamıyorum ama babam hep anlatır.

Almanya ve Türkiye’deki alt yapılar arasında ne fark var?
Bence biz her ne kadar alt yapıya önem veriyoruz desek de, pratikte onlar kadar önem vermiyoruz. Almanya’da çocuklar A takım ne çalışıyorsa, oynuyorsa o eğitimi alıyorduk, o sistemle oynuyorduk. Herşey A takım ile senkronizeydi. Sahalar yine aynı A takımın idman yaptığı sahalar gibi, orada çocuklar profesyonel bir futbolcunun sahip olması gereken her imkana sahip. Bir de benim en büyük şansım küçük takımlarda hiç oynamadım. Daha beş yaşındayken Eintrach Frankfurt alt yapısındaydım ve çok iyi imkanlarda iyi bir eğitim aldım.

Siz Beşiktaş’ta alt yapıdaki çocuklarla bir araya gelebiliyor musunuz?
Bizim alt yapı Fulya’da olduğu için çocukları pek göremiyoruz. Sadece U19 ve U21 bizimle Ümraniye tesislerinde onları takip edebiliyoruz. Bazen bizimle deplasmana geliyorlar, orada beraber vakit geçirme, konuşma imkanı buluyoruz. Çok yetenekli genç arkadaşlarımız var.

Almanya’da Ümit Milli Takım’a kadar yükseldin. Löw’ün de aday kadrosundaydın. Almanya’da doğan bir çok Türk gencine nazaran sen Türk Milli Takımı’nı tercih ettin. Neden?
Küçüklüğümden beri en büyük hayalim Türk Milli Takımı’nda oynamaktı. Bizim milli takımın hiç bir maçını kaçırmaz, bir gün ben de oynasam diye hayal kurardım. Milliyetçilik duygularım hep çok yoğundu. Ailemden öyle gördüm. Almanya’da U21 Milli Takımı’nda oynuyordum, hatta kaptanlık bile yaptım. Sonra Gaziantepspor’a transfer olunca, Okan Buruk beni aradı. Milli takımı o zaman Hiddink çalıştırıyordu ve Okan abi de onun yardımcısıydı. Babamla beraber TFF binasına gittik. Hiddink bana övgü dolu sözler söyleyip, milli takıma davet edince, en büyük hayalim gerçekleşmiş oldu. 

Sence Mesut gibi İlkay gibi orada yaşayan diğer Türklerin Alman Milli takımını seçmelerindeki tek sebep başarı mı yoksa Türkiye’den bir duygusal kopukluk mu?
Almanya’da uzun yıllar yaşayıp, eğitim görüp, ekmek yiyen birinin oranın milli takımını seçmesini asla yargılamıyorum. Onlar neden öyle bir karar verdi hiç bilemiyorum. Ama demek ki, kendilerini orada iyi hissettikleri, hocalarından öyle bir güven aldıkları için orayı tercih ettiler. Ben de orada doğdum büyüdüm ama içimde Türkiye sevgisi, aşkı hiç bir zaman azalmadı, dediğin anlamda bir duygusal kopukluk yaşamadım. Belki de bu biraz aile ile de ilgilidir. O yüzden Türk Milli takımını tercih etmeyenlerin sebebini bilmiyorum ama onlara da saygı göstermemiz gerektiğini düşünüyorum.


Frankfurt’ta Skibbe ile çalıştığın dönem başlayan ve burada Beşiktaş’ta bir süre devam eden bir döngü var hep hayatında. Takım içinde kariyer olarak senden daha tecrübeli forvetler olduğu için sen oynadığın takımda 2. veya 3. forvet olmak zorunda kalıyorsun. Bu seni küstürmüyor mu?
Frankfurt’ta oynadığım dönemde çok kafama takıyordum. O zaman takımda Milli takımında as oyuncuları olan Martin Fenin, Ioannis Amanatidis, Halil Altıntop, Gekas gibi çok önemli oyuncular vardı. Ben yine de PAF takım ya alt takımlarda oynarken hep çalışıp, gol atmak için elimden geleni yapıyordum. Orada bir şansı hakettiğimi düşünüyorum, içimde bir ukde kalmıştır.
Gaziantepspor’da düzenli oynadım. Sonra Beşiktaş’taki ilk senemde yine biraz kafama taktım. Oyuna sonradan giriyordum, az süre alıyordum. Ama ikinci yılımda bu fikirle çalışmayı öğrendim. Oyuna sonradan girip kısıtlı zamanda takımıma nasıl katkı sağlayabileceğime kafa yordum. Geçen sezon da bazı maçlarda oyuna sonradan girip, skoru değiştirdiğim oldu.

Peki, motivasyonunu nasıl yüksek tutuyorsun? Bütün hafta çalışıp, hafta sonu forma şansı bulamayacağını düşünerek nasıl kendini yüksek tutabildin?
Bunu düşünerek bir yere varamayacağımı öğrendim. Onun yerine idmanlarda daha fazla çalıştım. İdman bitince kendim ekstra çalıştım, hala çalışıyorum. Maç yapmadığın zaman kondisyon fizik olarak düşüyorsun. Bu sefer formayı aldığında başarılı olamıyorsun. Bu yüzden ben hep kondisyonumu yüksek tutmaya çalıştım. Eğer sen disiplinli çalışırsan o şans geliyor. 

Özel bir hoca ile bireysel çalışma yapıyor musun?
Sadece sezon başları ve devre arasında çalışıyorum. Almanya’da bir hocam var, gittiğimde mutlaka beraber antrenman yapıyoruz.

Sporcunun mental olarak hazır olması da çok önemli. Bu konuda sen nasıl hazırlanıyorsun?
Milli takımda bize bu konuda destek olan profesyoneller var. Onun dışında ben bireysel bir çalışma yapmıyorum. Maçtan önceki iki gün dış dünya ile bağlantımı kesiyorum. Sadece ailemle vakit geçiriyorum, tamamen rakibe odaklanıyorum.

Sosyal medyada yazılıp çizilenler seni çok etkiliyor mu?
Beşiktaş’taki ilk yılımda yazılanları okuduğumda çok üzülüyordum. Zaten forma şansı bulamadığım için daha alıngan olduğum bir dönemdi. Bir de üzerine sosyal medyada kötü şeyler okuyunca moralim daha da bozuluyordu. Ama artık onunla da baş etmeyi, çok fazla kafama takmamayı öğrendim. Oraya her şey yazılabiliyor. Adam yumurta hesap açmış, küfür bile ediyor. Ben şimdi bunu neden umursayayım.

Sence Türk taraftarların gözünde yabancı futbolcuların kredisi daha mı yüksek? Böyle bir hayranlık var mı?
Tabi, onlar yurtdışından geldiği ve daha maliyetli olduğu için daha ilgi çekici olabiliyor. Çok şükür bizim taraftarımız yiğidin hakkını veriyor. Türk, yabancı ayrımı yapmadığını düşünüyorum. İyi oynadığı ve Beşiktaş armasına yakışan bir performans sergilediği sürece her hangi bir ayrım yapmadığını düşünüyorum.

Üç kelime ile Beşiktaş taraftarı…
Tutkulu, fedakar, efendi


Vodafone Arena’ya ilk çıktığında ne hissettin?
Ben İnönü’de hiç oynayamadım. Daha doğrusu rakip olarak geldim ama siyah beyaz formayla hiç yaşayamadım. Ama inan Arena’ya ilk çıktığımda neler hissettiğimi kelimelerle anlatmak imkansız. O taraftarları, o atmosferi görünce, bir de biz çok bekledik, evsiz çok maç oynadık, tüylerim diken diken oldu, gözlerim doldu. Muhteşem bir duyguydu. O anı yaşayan her Beşiktaşlı futbolcu çok şanslı.

Arif’ten bu yana futbolcuların ceza sahasında kendini yere atma konusu bitmeyen bir tartışma. Şimdi de sen çok eleştiriliyorsun bu konuda. Ne dersin?
Son bir kaç maçtır ben de eleştiriliyorum bu konuda. Milli maçta kazandığımız penaltı ile başladı. Pozisyonu sonradan izleyince evet hakem istese penaltı vermeyebilirdi. Ama ben kendimi orada penaltı kazanayım diye yere atmadım. Rakiple boğuşurken düştüm. Ben düşmemek için elimden geleni yapıyorum. Ama mesela Kayseri maçında çok sert oynadılar. İzleyici bizim ne şiddette darbe aldığımızı fark edemeyebiliyor. Bu öyle bir şey ki, tam arada pozisyonlar oluyor. Ve öyle pozisyonlarda ben kendimi darbeden de sakınmak istiyorum. Bu profesyonel futbolda çok normal bir şey. Şunu herkes bilsin ki, kasti olarak hiç bir şey kendimi asla yere atmam. O karakterde bir oyuncu değilim. 

Türkiye’de futbolda ne değişsin isterdin?
Çok şey değişsin isterdim. Öncelikle statlar dolu olmalı. Almanya’da ligin ortalarında seyreden hatta bazen düşme hattında olan Eintrach Frankfurt diye bir takımda oynuyordum ve her maç 51 bin kişi full çekiyordu stat. Biz şanslıyız büyük kulüplerde oynuyoruz, diğer takımlara kıyasla daha dolu oluyor statlarımız. Ama diğer şehir takımları için aynı şeyi söyleyemem. Bir futbolcunun maç içindeki motivasyonunu yükselten yegane şey seyirci desteğidir. Sonra alt yapı ve futbol okullarının da sayısı ve kalitesi artsın isterdim. Maalesef ülkenin her şehri aynı değil, dolayısıyla her yetenekli çocuk eşit şansa sahip değil. Belki de bu sebepten nüfusumuz çok olmasına rağmen, o oranda futbolcu yetiştiremiyoruz. Keşke her şehirde profesyonel eğitim veren ve yetenekli çocuklar fırsat sunan futbol okulları olsa. İşte o zaman her uluslararası turnuvaya doğrudan katılan bir ülke olma şansımız olur.

Unutamadığın golün…
Karabük maçında 90+6’da Sosa’nın kestiği bir pozisyon vardı, benim de arkaya doğru uzun köşeyi sıyırttığım gol. O çok anlamlı bir goldü. İçimden şampiyonluk geldi demiştim. Ama son üç maç kötü bir performans ile sezonu üçüncü bitirmiştik.

İnanır mısın öyle iç seslere?
İnanırım. Geçen sezon da Akhisar maçında 3-2 yenik durumda iken oyuna girmiştim. Bir gol atmıştım, maçı berabere bitirmiştik. Maçtan sonra arkadaşlara “Üzülmeyin, bu bir puan belki bizi şampiyon yapacak.” demiştim. Çok şükür şampiyon da olduk. 

Gaziantepspor’da Sergen ile çalıştın. Oyuncu olarak bir harikaydı, hoca Sergen nasıl?
Öncelikle futbolculuğuna kimse laf söyleyemez. Hocalığı da ilk takımı olmasına rağmen gayet başarılıydı bence. Oyuncular ile arası çok iyiydi. Bazen yorgun oluyorduk, idman dozunu hemen azaltıyordu. Bazen bizle 5-2 oynar, bir kere içeri geçmezdi. Tekniği hala çok üst düzey. Ben onun golleriyle büyüdüm. Hayranı olduğum bir futbolcunun saha kenarında hocam olması beni maçta daha da motive ediyordu. 80. dakika yorgunluktan ölüyorum ama ondan övgü dolu bir söz duyabileyim diye depar atıyordum.

Peki sana Bilic desem…
Bilic ile biz aslında çok iyi anlaşıyorduk. Sahada Demba Ba oynuyordu, ikinci forvet Mustafa’yı görüyordu. Beni hep üçüncü olarak düşünüyordu. Ben yine de girdiğim maçlarda etkili olmaya gayret ediyordum. 

Hiç konuşmadın mı bu konuda Bilic ile?
Hayır. Ben idmanlarda hep iyi çalışırdım. Oyuna girersem elimden geleni de yapardım ama hiç hocaya gidip beni neden daha fazla oynatmadığını sormadım. O zaman ben de gençtim. Zaten ilk senemdi, adaptasyon için uğraşıyordum. En büyük hayallerimden biriydi Beşiktaş’ta oynamak ve transfer olmuştum. Belki de hayalime kavuşmuş olmanın verdiği bir tatmin vardı. Ama bugün olsa kesinlikle daha talepkar olurdum.

Şenol Hoca ile Bilic arasındaki en büyük fark ne?
Tecrübe farkı. Şenol Hoca yıllarını vermiş, çok deneyimli. Aynı dili konuştuğun bir hoca ile çalışmak oyuncu için her zaman büyük avantajdır. İlk 11’e giren oyuncu zaten mutludur, forma şansı nasılsa buluyor. Önemli olan 18’de kalan, forma şansı bulamayan oyuncuyu yönetebilmek, geliştirebilmek. Şenol Hoca’nın ve yardımcılarının en iyi yaptığı şey bu oyuncular performans ve özgüvenini her zaman yüksek tutabilmek.

Sence bu sezonun en iyi transferi kim?
Hepsi iyi transferlerin ama takıma en büyük katkı sağlayan Caner diyebilirim.

Geriye dönsen hangi maçta neyi değiştirirdin?
Süper Kupa maçı. Çok pozisyona girip değerlendirememiştim. Elimde olsa o maça geri dönüp, mutlaka birini gol yapardım.

Futboldan sonra ne yapacaksın?
Ya menajerlik, ya hocalık olur ama mutlaka futbolun içinde kalırım.

Hoca olunca neyi asla yapmazsın?
Haksızlık yapmazdım. Yıldız oyuncu ayrımı yapmaz, formayı kim hak ediyorsa ona verirdim. Bir oyuncu için çok önemli bir kriterdir bu. Bunu bilir hocaya güvenirsen, daha gayretli olursun. Aksi takdirde için için küsmeler başlar ve bir bakmışsın o oyuncuyu kaybetmişsin.





Cenk Tosun ile Proust Testi

En sevdiğin yönün ne?
Her insana uyum sağlayabilirim. Her yaş grubundan, her meslekten, herkesle kolay arkadaşlık kurabilirim.

En sevmediğin yönün ne?
İnsanlara hemen inanır, güvenirim. 

En büyük başarın olarak gördüğün olay ne?
Beşiktaşla şampiyonluk ve Avrupa Şampiyonasına gitmek

En büyük üzüntün ne?
EURO 2016. Ne hayallerle gitmiştim oraya ama hiç bir şey istediğimiz gibi gitmedi. Hep diyorum ki, belki Hırvatistan maçında Ozan’ın kaçırdığı pozisyon gol olsaydı, sonrasında her şey daha farklı gelişirdi. Ama bize yakışmayan bir futbol oynadığımız için galibiyeti hak etmedik. Üçüncü maçta aklımız başımıza geldi ama artık çok geç olmuştu.

En sık kullandığın kelime ne?
Yani

Bugüne kadar sana söylenmiş en güzel söz ne?
Annemin ve babamın “Seninle gurur duyuyorum oğlum,” demesi ve eşim Ece’nin “Seni Seviyorum,” demesi.

Cenk Tosun olmasaydın kim olmak isterdin?
Süpermen

Hayat sloganın ne?
Erteleme, her gününü son günün gibi yaşa.

Mutluluk rüyan ne?
Çocuğumla beraber tüm ailemin olduğu bir fotoğraf hayal ediyorum.

Seni ne ağlatır? En son ne zaman ağladın?
Çok kolay ağlayan biri değilimdir. Ailemden birine bir şey olursa ağlarım. En son Avrupa Şampiyonası’nda biz 2-0 yendikten sonra İtalya maçını izlerken ağladım, orada hepimiz perişan olduk.



Cenk’ten halı sahada maç yapanlara GOL atma taktikleri

Penaltı atarken…
Ben kafamda bir köşeyi seçer oraya odaklanırım. Kaleci oraya gitse bile o kadar sert vurmaya gayret ederim ki, uzansa bile çıkaramasın. İlk düşündüğüm köşe neresiyse mutlaka oraya vururum. Bazı oyuncular da, mesela Demba Ba bakarak, kalecinin ne tarafa atlayacağını çözerek vururdu. 

Frikik atarken…
En önemli şey barajı geçirmek. Yeterince sert vurur ve barajı geçirirsen gol olur. Genelde barajın ikinci numarada duran oyuncusunu baz alıp onun etrafından çevirmeye çalışırsın. Topu oradan çevirdin mi büyük ihtimal gol olur.

Markajdan kaçmak için…
Önce bir ters hamle yapmalı. Diyelim arkamda bir defans oyuncusu var. Önce bir topa gelip ondan sonra arkasına koşu yapıyorum. Ya da önce bir arkasına gidip ondan sonra ayağıma istiyorum. 

10 Kasım 2016 Perşembe

Mourinho’yu neden sevdim?

Yazının başlığını okuyan bir çoğunuzun aklından eminim Guardiola da geçti. Oysa ki cümlenin hiç bir yerinde ismi geçmiyor olmasına rağmen. Hayat bize hep bir taraf olmayı sunuyor. Messi’ci misin, Ronaldo’cu mu? R&B’ci misin, rock’cı mı? Cross fit’çi misin, ağırlık antrenman’cı mı? Birini seviyorsan diğerini otomatik olarak sevemezsin. Ben tercihimi çok uzun zaman önce Mourinho’dan yana yaptım. Bu yüzden Real Madrid’ciyim, Manchester United’cıyım ve Guardiola’nın daima karşısındayım. 


Bir şeyin ya da bir kimsenin tarafında olma durumu aslında çok küçük yaşlarda, daha henüz çizgi film izlediğimiz dönemlerde başlıyor. Gerçi bazılarımız çizgi filmleri hala izliyoruz, ben dahil. Misal Tom ve Jerry’de de daima Tom’u tutardım ben. Kedileri çok sevdiğimden falan asla değil. Tom daha zekidir çünkü, daha doğaldır ve yeteneklidir. Jerry’i yakalamak için bazen mekanik bazen kimyasal bir sürü icat yapar ama ya köpek uyanır, ya ev sahibesi gelir ya yağmur yağar, olmayacak aksilikler yüzünden hep elinden kaçırır. Elinden kaçırdığıyla da kalmaz, bir de üzerine sopayı yiyen hep o olur. Sanmayın ki popülist bir mağdur edebiyatı yapıyorum. Tom çizgi sinemanın Jerry Lewis’idir. Kaybederken bile yeteneklidir çünkü. Yüzünü binbir şekle sokar, gerektiğinde akordeon olur, ya da yuttuğu şeyin şeklini alır. Jerry ise sadece hızlı koşar. Çeviktir. Ama bunun dışında bir hırsı, özel bir yeteneği yoktur. Tom’u tutmak biraz da Jerry’e gıcık olmak kaynaklı bir taraftarlıktır. Daima kazanan Jerry’e karşılık, Tom’un da kazanabileceğini görmek istemektir. Çünkü film ancak o zaman gerçekten heyecanlı olur.  

İşte bu sebepten benim için Mourinho yeşil sahaların Tom’udur. Kaleci bir babanın oğlu olarak doğup, futbolcu olmaya çalışmış ama başarılı olamayacağını anlayınca ne ısrar etmiş ne de pes etmişti. Sadece yönünü değiştirmiş ve yine kafasına koyduğu hedefe başka bir planla yürümüştü. Önce üniversitede spor bilimleri okudu ardından asistan menajerlik, genç takımlara teknik direktörlük derken Bobby Robson’ın tercümanlığını ve yardımcı antrenörlüğünü yapmaya başlamıştı. Robson ile Sporting Lisbon, Porto ve Barselona’da birlikte çalıştı. Mourinho ondan bahsederken “Hayatımın ilham kaynağı,” der ve “Kaybettiğimiz bir maçın ardından bana gelip ‘Üzülme çünkü diğer soyunma odasında birileri sevinçten havalara zıplıyor’ demesini hala tebessümle hatırlıyorum,” diye ekler. Barselona’da beraber çalıştıkları dönemde ileride ezeli rakibi olacak Guardiola ise takımda futbolcuydu. Robson Barcelona’dan ayrılınca Mourinho kalıp Van Gaal ile çalışmaya devam etti. Ve ardından zaten hepimizin bildiği Porto, Chelsea, Inter, Real Madrid, Chelsea ve şimdi de Manchester United ile devam eden teknik direktörlük kariyeri başladı. 

Mourinho büyük ihtimalle dünyadaki tüm teknik direktörlerden daha çok yetenekli oyuncuyla karşılaştı, motive etti ve yönetti. Bir çok teknik adam üstün yetenekli oyuncular ile çalışmanın zorluğundan bahsederken, o “İnsanların bunu sorun olarak görmesini ya da elinde bir tane varken daha fazlasının olamayacağını söylemesini hiç anlamadım. Ben mümkünse 11 özel yetenek istiyorum.” dedi. Chelsea’ye ilk geldiğinde 41 yaşındaydı yani oyuncular ile arasında çok da büyük bir yaş farkı yoktu. Herkes bunun otoritesini sarsacağını düşünürken, o Petr Cech’den Drogba’ya kadar bir çok oyuncuya ilham oldu. “İnsanlar Mourinho’nun beni sevip bana çocuğuymuşum gibi davrandığını söylerdi” diyor Drogba. “Ama iyi oynamıyorsam yedek kalırdım. Onun en büyük özelliği bu. Saha dışında sizi seviyor olsa bile iyi oynamıyorsanız formayı vermez. İnsanlara güven veren tarafları var. Bir oyuncu maçta iki gol atmış olabilir ama Mourinho karşılaşmanın ardından bir savunma oyuncusuna gidip maçın adamı olduğunu söyleyebilir. İki gol atmışsanız iyi oynadığınızı bilirsiniz ama sizin bunu yapmanız için diğer bölgelerde birileri de çok sıkı çalışmıştır ve o da bunu bilir.” Bir diğer Mourinho hayranı Petr Cech’e göreyse Portekizli’nin en önemli özelliği, her oyuncuya nasıl davranması gerektiğini bilmesi. “Herkesin farklı olduğunu anlıyor” diyor Çek kaleci. “Her oyuncuyla tek tek nasıl konuşacağını bilir. Bu da ister 10, ister 40 maç oynayalım, takımın bir parçası olduğumuzu hissetmemizi sağlar.” 

Inter’in başına geçtiğinde bu sefer karşısında bir başka yıldız Zlatan İbrahimoviç vardı. Ibra sonradan oto biyografisinde bu sıra dışı adamdan  “Soyunma odası tıpkı bir tiyatro, bir psikolojik oyun gibiydi. Kötü oynadığımız maçların görüntülerini izletip ne kadar çaresiz olduğumuzu söyler ve sahadakileri tanıyamadığını anlatırdı. Sonra da şöyle derdi: ‘Şimdi sahaya aç birer aslan, birer savaşçı gibi çıkın!’ Yumruğunu diğer avucuna vurup yere attığı taktik tahtasını tekmelerdi. Bunları gördükten sonra hepimizin vücudundaki adrenalin seviyesi artar, sahaya müthiş bir coşkuyla çıkardık. Onun kendini takıma bu kadar verdiğini görünce ben de her şeyimi ona vermek istiyordum.” Aynı Zlatan, konu bir dönem beraber çalıştığı Guardiola’ya gelince ise “Korkağın teki!” deyip oldukça can sıkıcı satırlar yazıyordu. Bir çok oyuncu o takımdan ayrıldıktan sonra peşinden gitti. Profesyonel ilişkiden öte her biriyle kişisel bir bağ kurduğu çok açık. Hemen burada küçük bir pencere açıp dillere pelesenk olmuş Mourinho ve egosu ile ilgili bir soru sormak istiyorum:

Sence yüksek egolu bir adam, başarısız olduğunu kabul edip, başka teknik adamların yanında tercümanlık yapar ve bunu gururla anlatır mı? Ve aynı adamın yüksek egosu bu kadar yıldız futbolcunun egosuyla hiç mi çarpışmaz?

Benim cevabım Mourinho’nun konuşulduğunun aksine yüksek egolu bir adam olmadığı yönünde. Sadece çok iyi bir lider ve maalesef sahneler iyi lider görmeye pek alışık olmadığı için bu kendisine yakıştırılan bir etiket. 


Yazıyı buraya o kadar okuyup, fare Jerry’nin daima Tom’u alt etmesinden hoşlanan, Guardiola fanatikleri biraz sıkılmış olabilir. Sakın yanlış anlamayın, Guardiola’nın yeteneği ve liderlik özelliklerine bir itirazım yok. Bu ikilinin bu sezon İngiltere Premier Ligi’nde, hem de aynı şehirde rakip olarak karşı karşıya gelmelerine en çok sevinenlerden biriyim. Ne yazık ki Mourinho, Manchester United başında sezona pek de iyi başlamadı. Hatta kariyerinin en kötü sezonu bile denebilir. Eylül ayında oynanan Manchester derbisinde, City’nin başındaki Guardiola’ya kaybetmesi de cabası. Evet ilk bölümde Jerry yine kazandı. Tüm dünyada bir çok insanı ekran başına kitleyen bu mücadelede tabelada Manchester City kazanırken, gelin bu iki teknik adamı şimdiye kadar ki Premier Lig performanslarıyla karşılaştıralım:


1.TAKTİK
Guardiola, sezon başından bu yana David Silva ve Kevin de Bruyne’dan maksimum faydalandı. Raheem Sterling ise zaten iyiydi daha iyi gözüküyor. Kaybedilen topların hızlıca geri kazanılması özellikle takımın en güçlü yanı gibi duruyor. Joe Hart’ın ayrılışının ardından kaleci Claudio Bravo hala bir soru işareti. Mourinho ise hala Rooney ve Pogba’nın beraber nasıl oynayabileceği sorusuna saha içinde yanıt bulabilmiş değil. Pogba her ne kadar Fellaini ile saha içinde iyi anlaşıyor gibi gözükse de henüz kendisinden beklenen yaratıcılığı sergileyebilmiş değil.
Mourinho: 6/10
Guardiola: 9/10

2.TRANSFERLER
Her iki teknik adam için de iyi bir transfer sezonu geçti. Guardiola defansa belki bir oyuncu takviyesi daha yapabilirdi. Ama anahtar pozisyonları çok iyi doldurdu. Özellikle John Stones ve İlkay Gündoğan ilk hafta maçlarında beklenenin üzerinde bir performans sergiledi. Ancak hiç şüphesiz bütün transfer pazarı, Mourinho’nun rekor kıran Pogba transferini konuştu. Öyle ki İbrahimoviç transferini bile bir an için unuttuk. Eric Bailly ve Henrikh Mkhitaryan da yine heyecan veren Manchester United transferleriydi.
Mourinho: 9/10
Guardiola: 7/10

3.BASIN İLİŞKİLERİ
Mourinho basına karşı hep direkt oldu, çoğu zaman hakemlerden dert yandı, ya da oyuncuların bir ivmeye ihtiyacı olduğunu düşündüğünde basın önünde kendi oyuncusunu eleştirdi. Geçmişte basın yoluyla UEFA’yı bile çok sert eleştirmişliği oldu. Portekizli teknik adam hiç şüphesiz vermek istediği mesajları en etkili şekilde doğru adrese ulaştırmak için medyayı en iyi kullanan teknik adam.
Guardiola ise genelde net konuşmayıp politik davranmayı tercih eden bir isim olduğu için çoğu zaman mesaj karmaşası yaşadı, özellikle de Nasri ve Hart’ın ayrılışı esnasında.
Mourinho: 9/10
Guardiola: 7/10

4.GENÇ OYUNCULARI OYNATMAK
Manchester City alt yapısının felsefesi umut vaad eden oyuncuların her zaman A takım ile idman yapması üzerine kurulu. Ama Guardiola geldiğinden beri bundan çok daha fazlasını yapıp, hem gençlerle idman sahasında birebir vakit geçiriyor, hem de maçlarda yedek kulübesi dahi olsa fırsat veriyor. Tosin Adarabioyo, Pablo Maffeo, Angelino, Angus Gunn ve Aleix Garcia bu gençlerden bazıları. Mourinho ise geldiğinden bu yana gençlere pek fırsat tanımadı, buna Marcus Rashford bile dahil.
Mourinho: 5/10
Guardiola: 8/10

5.KULÜP VİZYONU İLE UYUM
Mourinho geldiğinden bu yana takıma benimsetmeye çalıştığı hücum futbolu ile biraz daha Fergusonvari bir yol izleyip, Van Gaal’den farklı davranıyor. “Benim felsefem daha farklı, daha iyi demiyorum sadece farklıyım diyorum,” diyen teknik adamın takımına ilk söylediği cümle “Ne olursa olsun kazanın.” Bu yaklaşım hiç şüphesiz hala kulübün içinde olan sessiz patron Alex Ferguson’un hoşuna gidiyordur.
Guardiola ise şu sıralar logosunu da değiştiren, kendi felsefesi ve krallığını yeni kurmaya çalışan Manchester City’de bu boşluğu fırsat bilip kendi vizyonunu benimsetmeye çalışıyor. Ancak diğer yandan geçen sezon Leicester City’nin oynadığı kontratak futbolu gösterdi ki, saf tiki taka futbolu tarih oluyor. En azından İngiltere’de. Katalan teknik adamın bu değişime nasıl evrileceğini zamanla göreceğiz.
Mourinho: 7/10
Guardiola: 6/10

TOPLAM - Mourinho 36/50; Guardiola 37/50

Bu skorlara bakıp, “Ne oldu seninki yine kazanamadı?” diyebilirsiniz. Ama henüz konunun yazarı olarak kanaat notumu kullanmadım. Her iki teknik adamı liderlik özellikleri ve daha da önemlisi tutkularıyla karşılaştıracak olursak hiç şüphesiz Mourinho çok daha yüksek puan alacaktır. Liderliğin temel şartı başka insanlara ilham olabilmektir. Bunun için de dinleyen herkesi etkileyebilecek bir yaşam hikayeniz olması gerekir. Mesleğe başlayış şekli, beraber çalıştığı isimler, kazandıkları ve hatta kaybettikleriyle  Mourinho etkileyici bir hikayeye sahip. Ve her geçen yeni bir sayfa daha ekliyor. Beraber çalıştığı insanları kendi motivasyonuyla motive eden bu adam, içindeki tutkuyu herkesin hissetmesini sağlıyor ve insanların içinde benzer tutkuları ateşliyor. Bunun için de futbolcularla samimi bir ikili ilişki kuruyor. “Oyuncularla uçak yolculuğu yapmanın iki yolu var: Ya hep birlikte business class’ta uçarsınız ya da herkes için yer yoksa siz de teknik ekibinizle birlikte ekonomi sınıfına geçersiniz. Benim business’ta gitme sebebim tüm takımın gidiyor oluşu. Herkese yetecek kadar yer olmasa arkalarında giderim. Bir süre önce bir kulübe, takımı sezon öncesi kampına götürmek için otobüs geldi. Yaptıkları ilk iş, teknik direktör ve ekibini ayrı, futbolcuları ayrı götürmek oldu. İçimden ‘Kütü başlangıç’ dedim ve yanılmadım. Bir lider olarak hatırlamanız gereken şeylerden biri de sizin için çalışan insanların sizden daha önemli olduğudur.”

Benim için Mourinho bir ilham kaynağıdır. Asla pes etmemenin, yol tıkandığında alternatif yollar üretmenin, en arıza diye tabir edilen insanların bile doğru yaklaşılırsa anlaşılabilir ve yönetilebilir olduğunun ve hepsinden önemlisi bazen her şeyi yapıp yine de kaybetmenin hayatın bir parçası olduğunu anlamanın tanımıdır Mourinho. Tıpkı çizgi filmde Tom’u sevmek gibi…



Mourinho ve Guardiola - Kupalar

Mourinho                         Guardiola
2 ŞL Kupası                      2 ŞL Kupası
1 La Liga Kupası              3 La Liga Kupası
1 İspanya Süper Kupası    3 İspanya Süper Kupası
1 Kral Kupası                    2 Kral Kupası
3 Premier Lig Kupası        3 Bundesliga Kupası
1 FA Cup                           2 German Cup
1 UEFA Kupası                 3 UEFA Süper Kupa
2 Serie A Kupası               3 FIFA Dünya Kulüpler Kupası
1 Coppa Italia                    TOPLAM: 21 KUPA
1 İtalya Süper Kupa
2 Portekiz Lig Kupası
1 Portekiz Cup
1 Portekiz Süper Kupası
3 İngiltere Lig Kupası
1 Community (Charity) Shield Kupası

TOPLAM 22 KUPA

25 Ekim 2016 Salı

Siyah inci: Paul Pogba

“Ona reddemeyeceği bir teklif yapacağım.” The Godfather / Baba filminin belki de en unutulmaz repliklerinden biri. 1972 yapımı olan film dev oyuncu kadrosuna rağmen 6,5 milyon dolarlık mütevazi bir bütçe ile çekilmişti. Hollywood hep yüksek rakamlı bütçelerin konuşulduğu bir yer olmuştur. Oyuncuların aldığı ücretler, prodüksiyon maliyetleri, kontratlar, televizyon gelirleri, sıradan bir insanın pek de hayal edemeyeceği paralardır. Derken 80’ler ile beraber bu dev endüstri ile rekabet edebilecek başka bir alan doğdu: Futbol endüstrisi. 1982 yılında Maradona diye bir adam Barselona kulübüne 5 milyon avro karşılığında transfer olup, bir anda bütün rakamları alt üst etti. Günümüze gelene kadar da futbol dünyasındaki transfer rakamları artarak devam etti. 2013 yılında Gareth Bale İngiltere’den İspanya’ya, Real Madrid’e 100 milyon avro gibi bir rakama gidip, dünyanın en pahalı transferi oldu. Bu arada sinema endüstrisi de boş durmadı. X-men, Avatar, Harry Potter gibi dev bütçeli filmleri vizyona soktu. Hollywood’da rekor şu an 300 milyon dolarla Karayip Korsanları’nda. Futbolda ise yeni bir rekor Temmuz ayında kırıldı. Paul Pogba 105 milyon avro (116 milyon dolar) ile belki bir Karayip Korsanı değil ama siyah inci şimdilik dünyanın en pahalı transferi. 


Manchester United İngiltere’nin en büyük kulüplerinden biri. Tarihi boyunca bir çok kupa ve yıldız futbolcuya alışık olan bu kulübün ne yazık ki son bir kaç yıldır yüzü gülmüyordu. Sir Alex Ferguson’un vedasından sonra ne koltuğunu doldurabilen bir teknik adam oldu, ne de tatmin edici bir başarı geldi. Bu sezon kötü gidişe bir dur demek isteyen kırmızı şeytanlar, değişimin ilk sinyalini Mourinho’yu takımın başına getirerek verdi. Mourinho işe PSG ile sözleşmesi biten Zlatan İbrahimovic ile başladı, Eric Bailly, Henrikh Mkhitaryan derken Pogba ile altın vuruşu yaptı. 

Jose Mourinho hiç bir zaman para harcamaktan korkan bir teknik adam olmadı. Diego Costa, Luka Modric, Fabregas, Shevchenko gibi yıldız isimleri dönemin yüksek ücretlerinde transfer eden Mourinho, 11 yıl önce Chelsea’ye ilk geldiği günden bugüne çalıştırdığı takımlar için toplam 995 milyon avro’luk transfer gerçekleştirmiş. Tabii, bugün itibariyle bu rakamda büyük pay sahibi olan isim Paul Pogba. Bir çok insan bu transferi Gareth Bale ya da Cristiano Ronaldo ile karşılaştırdı, ya da mevzunun şu ana kadar okuduğunuz rakam tarafına takıldı. Ancak tüm bunları burada bırakıp şunu kabul etmek lazım ki, United planlarını bundan çok daha fazlası üzerine kurdu. 23 yaşında, potansiyeli ve yeteneği üst düzey ve maçın kahramanı olabilecek bir adam transfer etti. Hiç şüphesiz Mourinho’nun kariyerinin en önemli taşlarından biri, dünyanın en pahalı transferini nasıl oynatacağı olacaktır. Pogba’yı saha içinde tanımlamak zor. Sezon başına 15 gollük ortalaması ile bir Frank Lampard değil belki ama oyunu değiştirecek bir oyuncu olduğu da kesin. Rooney ve Zlatan ile beraber oynayacağını da düşünürsek tablo şaşırtıcı olabilir. Saha içinde çakılı kalmadan oynayacağı bir sistem kurulması şart. Aksi takdirde Deschamps’ın Avrupa Şampiyonasında oynattığı gibi sahaya çıkan bir Pogba kafese tıkılmış bir aslandan farksız olur. 

Pogba gelmiş geçmiş en iyi orta saha oyuncusu olup, Manchester United’ı zirveye taşımaya çok yakın. Muhtemelen İngiltere’de Steven Gerrard, Frank Lampard ya da Yaya Toure ile kıyaslanacaktır. Modern futbolda orta saha oyuncusunun tanımını yeniden yapan bu futbolcular aynı zamanda uzun aradan sonra takımlarını zafere taşıyan futbolcular da oldular. İşte United’ın da bu transferdeki asıl amacı kendi kahramanını bulmaktı. Pogba üzerinde astronomik rakam baskısını hissedecek tipte bir oyuncu da değil. Juventus ile oynadığı Şampiyonlar Ligi finali ve bu sene Avrupa Şampiyonası finali döneminde verdiği tüm röportajlarda sergilediği soğukkanlı tutum gösteriyor ki, baskıyı absorbe edip yönetebilen bir futbolcu. Dört kez Serie A şampiyonluğu tadan Pogba İngiliz futboluna adapte olmakta sorun yaşamayacak kadar atletik, güçlü ve hızlı dribling yapabilen bir oyuncu. 

Her hikayenin bir başlangıcı vardır. İşte bu da Manchester United orta sahası, Fransa Milli takım oyuncusu ve dünyanın en pahalı oyuncusu Paul Pogba’nın hikayesi. “Çocukken her şeyi merak eder ve öğrenmek isterdi. Onu ilk kez futbol oynarken gördüğümde yeteneği olduğunu fark etmiştim. Dört yaşındaydı ve kendinden büyük çocuklarla oynuyordu.” diyor bir dönem amatör futbol oynamış babası. Çoğu yıldız futbolcunun çocukluğuna bakınca, şehrin uzak semtlerinde büyüdüklerini ve futbolu sokakta öğrendiklerini görüyoruz. Fransa’nın banliyösü Roissy en Brie’de de bir çocuğun futbol oynayabileceği tek bir kulüp vardı, o da hayallerine uzanmak için tek yol olan US Roissy. Pogba da futbola burada 6 yaşında başladı. U17 takımının antrenörü Nicolas Moressee, sürekli Manchester United tişörtü giyen bir adamdı ve bugün hala odasında Pogba’nın ilk formasını saklıyor. Onun yanında ise Pogba’nın şöyle imzaladığı bir Juventus forması var: 
“Hayallerimdeki ilk kulüp Roissy en Brie”

Pogba Manchester United için sağlık kontrolünden geçmeden bir gün önce yine eski kulübünü ziyarete gitmiş ve kulüpteki çocuklar ile idman yapmış. Bu işin manevi bağlılık kısmı. Ama aslına bakarsanız Pogba ilk kulübüne bundan daha fazlasını yaptı. Fransa Futbol Federasyonu’nun uygulamasına göre, 12 yaşına kadar bir futbolcuyu yetiştirmiş olan her kulüp transfer bedelinin %0.25’ini almaya hak kazanıyor. Bu kurala göre Pogba 13 yaşına kadar formasını giydiği ilk kulübüne bugün 400.000 sterlin kazandırmış oluyor. Böylesine küçük bir kulüp için bunun ne demek olduğunu bir düşünün. Okul servisi, yeni formalar, yeni bir çamaşır makinesi ve daha neler neler. Kulübün geleceği bir nevi garanti altına alındı diyebiliriz.

Takımın defans oyuncusu ve aynı zamanda genç takımın antrenörü Nabil, hala Pogba ile beraber tatil yapan en yakın arkadaşı. “Hiç değişmedi, hala aynı. Herkes onun o parayı hak edip etmediğini soruyor. Halbuki Juventus ve Fransa Milli Takımı ile yaptıkları aslında hak ettiğinin ispatı.”


Profesyonel futbola geçişi ise Ligue 2’de Le Havre takımı ile oldu. Alt yapı, genç milli takım derken Avrupa için oldukça dikkat çekici bir oyuncu haline geldi. 2009 yılında Manchester United’ın alt yapısına transfer oldu. 2011 yılında ise İngiltere Lig Kupası’nda Leeds United’a karşı A takımla ilk kez sahaya çıktı. Alex Ferguson’un çocuk yaşta keşfettiği futbolcular meşhurdur. Roy Keane, Ryan Giggs, David Beckham, Paul Scholes, Cristiano Ronaldo, Wayne Rooney... İşte tıpkı abileri gibi Paul Pogba genç yaşında Ferguson’un dikkatini çekmişti. Ancak nedendir bilinmez Ferguson bu genç yeteneğe pek fazla forma şansı tanımadı ve yedek kulübesinde oturttu. Belki bir çeşit Ferguson eğitim taktiğiydi, belki yıldızlarla dolu Manchester United kadrosunda sıra gelmedi, sorunun cevabını tek bilen Ferguson. Ancak şu bir gerçek sonrasında pişmanlığı yaşayan da yine Ferguson. 

Premier Lig meraklıları hatırlayacaktır 2011-12 sezonu yılbaşı haftasında Manchester United Blackburn Rovers ile oynadı ve 3-2 kaybetti. Ferguson o maçta kanat oyuncusu Park Ji-Sung ve sağ bek Rafael da Silva’yı orta sahada oynattı. Zaten Wayne Rooney, Jonny Evans ve Darron Gibson sakattı. 90 dakika boyunca oyuna girmeyi bekleyen Pogba, ikinci yarıda Anderson oyuna alınınca gemileri yaktı. Zaten sezon sonunda sözleşmesinin bitmesini fırsat bilerek Juventus’a imzayı attı. Takımdan ayrıldıktan sonra ise Ferguson hakkında şöyle diyecekti:

“Açıkçası O’nun bize gereken saygıyı gösterdiğini düşünmüyorum. Dürüst olmak gerekirse bu sürecin sonunda gayet mutluyum.”

Juventus’ta her maç ilk 11’e giren ve harikalar yaratan bir oyuncu artık tam anlamıyla yeşil sahalardaydı. İlk sezon sadece beş gol attı ama yeteneği ve maç boyunca gösterdiği yaratıcılıkla İtalyanları kendine hayran bıraktı. Oynadığı her maçtan sonra gazeteleri “Sir Alex’in Paul’u elinden kaçırması tarihindeki en büyük yanlış olabilir” yorumları süsledi. İtalyanlar sevdikleri futbolculara lakap takmaya bayılırlar. Ona leylek bacakları, her yere uzanan driblingleri ve uzun şutları yüzünden “Ahtapot Paul” dediler. 

Bu arada Fransa Genç Milli Takımı’nda oynayan Pogba Türkiye’de düzenlenen U20 Dünya Kupası’nda hem kupayı kazanıyor hem de altın top ödülünü alıyordu. Final maçını statta izleyenlerden biri olarak, o gün “Bu çocuk bir efsane yahu” diyenlerden biri olduğum için ben de kendimi şanslı hissediyorum. Fransa’nın zaten favori gösterildiği turnuvada, penaltılara kalan finalde hepimiz dünyanın en iyi orta saha üçlüsü olabilecek gençleri alkışlıyorduk: Veretout, Kondogbia ve Pogba. 

Ofansif yönü defansif yönüne ağır basan, her topa ayağını uzatan, yaratıcı oyun zekasının Pirlo’nun ki kadar olduğunu söyleyebileceğimiz Pogba, dünyanın belki de en büyük kulüplerinden biri sayılabilecek Manchester United’dan ayrılma özgüvenini gösterdikten sonra, asıl olgunlaşma sürecine Juventus’ta girdi. Pogba bugün İtalya’ya veda etti ama yine kulübüne kazandırarak. Pogba ve Coman’ı bonservissiz transfer eden Juventus iki futbolcudan 130 milyon avro kazandı. Hayal etmeniz için söylüyorum; Juventus yeni statını 120 milyon avroya yapmıştı. Hani İsviçreli bilim adamları bir araya gelse, “Vieira tipi bir orta saha olsa ama yetenek de biraz daha fazla olsa” düşüncesiyle bir futbolcu tasarlasalar ortaya Pogba çıkardı. Fransızlar'ın yeni Vieira'sı Pogba hakkında söylenecek fazla söz yok. Güçlü, dirençli, uzaktan şutlarda her iki ayağını da kullanan, Juventus'ta 27 lig ve 8 Şampiyonlar Ligi karşılaşmasına çıkan oyuncu, menajerine göre Ballon d'Or kazanabilecek yetenekte bir isim. “Eğer Ronaldo ya da Messi’yi alamıyorsanız Pogba’yı alırsınız. O seviyedeki tek oyuncu Pogba.”

2014 yılında Fransa A Milli takımı ile dünya kupası için Brezilya’ya giden Pogba, o turnuvada kariyerinin önemli adımlardan birini attı. Grup maçlarında Nijerya’ya karşı attığı harika gol ve turnuva performansı ile FIFA Dünya Kupası en iyi genç oyuncu ödülünü aldı. Pogba Fransa Milli takımı için oynarken, erkek kardeşleri Gine Milli takımını tercih etti. Aile Fransa’ya Gine’den göç etmişti. Erkek kardeşi Florentin şöyle diyor:
“Kazanmak için gerekli tüm arzu bizde var. Eğer bir yerlere ulaşmak istiyorsak bunu yapabilmek için tek şansımızın bu spor olduğunu hepimiz biliyorduk. Bu yüzden mental, fiziksel ve teknik olarak tüm yeteneğimizi ortaya koyduk.”

Pogba kardeşler daha küçük yaşta dini bağlılığı ve aile sevgisini her şeyin üzerinde tutmayı öğretilerek büyüdüler. Müslüman bir aile oldukları için anneleri Yeo çoğu zaman çocukları yakındaki camiye götürüp dua ediyordu. Pogba hala ramazan gibi kutsal aylarda sosyal medya hesaplarından dini içeriği ve temennisi olan mesajlar paylaşmaya devam ediyor. Yeo, babalarından boşanmış ve çocukları tek başına büyütmüştü. Onları üzecek her şeyin karşısında durmaya çalıştı. Hatta bu gün gelip Alex Ferguson olsa bile. İlk Manchester döneminde Ferguson bir kaç kez Pogba’yı cezalandırmıştı. Odasında çoğu zaman çok sert sözler söylediği küçük Pogba her seferinde ağlayarak eve dönüyordu. Sonunda direksiyona geçen Yeo oldu ve oğlunun Manchester United ile imza atmasına müsaade etmedi. Bu yüzden İtalya serüvenini asıl başlatanın Yeo olduğu söyleniyor. Annesi Manchester United ile dünyanın en pahalı imzasını attığı gün de 4 torba dolusu forma ile görüntülendi. Demek ki eş dost akrabaya “Bakın oğlumun forması” diye hediye dağıtmak sadece bize özgü bir adet değil. 


Anneleri Yeo’nun tüm çocukları üzerinde etkisinin çok büyük olduğu ama Pogba’nın için hepsinden özel olduğu aşikar. Ballon d’or ödül törenine annesiyle katılıp, ona ne kadar minnet duyduğunu da her fırsatta söyleyen Pogba kazandığı ilk parayla annesine bir daire satın almıştı. Bir yanda anne Yeo, diğer yanda teknik direktör Mourinho ile Pogba bu sezon hepimizi çok heyecanlandıracak. Yeni takımıyla çıktığı ilk idmanda sanki o paralara imza atan bir yıldız değil de, eski mahallesine geri dönen bir çocuk gibiydi. Eskiden tanıdığı çalşanlarla şakalaşması, sıcak hareketleri, diğer yandan da hayranlıkla İbrahimovic’e bakışlarıyla aslında bir yanı hali çocuk. Enteresan saç stilleri, renkli gol sevinçleri ve enfes futbolu ile sadece Manchester United değil, Premier Lig bu sezon bir yıldız kazandı. Evine hoş geldin Ahtapot Paul!

6 Eylül 2016 Salı

Türkiye, hala keşfedilmemiş büyük bir pazar / Esteve Calzada


Futbol, artık sadece bir spor değil aynı zaman da büyük de bir endüstri. Kulüp satın alan yatırımcılar, dev sponsorlar, astronomik transfer ücretleri, akıllı statlar... Sıcak para dediğimiz şey artık futbolun göbeğine oturmuş durumda. Hal böyle olunca biz de spor yönetimi alanında yetkili bir isim olan Esteve Calzada ile konuştuk ve sorduk “Ne olacak bu futbolun hali?”




Sahibi olduğunuz PrimeTime Sport nedir? Ne tür hizmetler veriyorsunuz?
Prime Time Sport, spor pazarlaması alanında hizmet veren bir butik olarak düşünebilirsiniz. Çoğunlukla futbol alanında verdiğimiz hizmetlerin içerisinde oyuncuların tanıtımı, menajerliği, imaj haklarından, kulüplerin ve federasyonların stratejik danışmanlığı, pazarlama ve yönetimleri ile ilgili projeler üretip uygulanması ve son günlerde çok popüler olan youtuber’ların tanıtımı ve yönlendirilmesine kadar bir çok şey sayabiliriz. Yani futbol endüstrisinde çalışan her birime hizmet edecek projelerde yer alan bir kurumuz.

Spordan para kazanmanın temel ilkelerini anlatan Türkçeye de “Paradan Haber Ver” diye çevrilmiş olan bir kitabınız var. Futbol pazarlamasında para kazanmak için izlenmesi gereken 3 adım nedir?
Tabii ki üçten çok daha fazla madde saymak gerekir, ama senin için ilk üçü özet olarak sıralayacak olursam:
1. Hak’ların kontrolü. Yani statlardaki reklam alanlarının pazarlanması, sponsorluklar, futbolcuların ve kulüplerin reklam gelirleri, yayın hakları vs.
2.     İşbirliği yapılacak hedef markaları belirlemek için Pazar-marka analizi yapılması
3.     Agresif bir satış yaklaşımı.


Futbol endüstrisinde pazarlama ya da satış alanında çalışmak isteyen gençler ne yapmalı?
Diğer meslek dalları gibi burada net bir çizgi maalesef yok. Ama benim tavsiyem, sayısı az olmakla beraber bazı üniversitelerde futbol yönetimi bölümleri var, onları tercih edebilirler. Yüksek lisansta ise daha fazla üniversitede bu imkanı bulabilirler. Özellikle ekonomi, gazetecilik ve reklam bölümü öğrencilerinin futbol yönetimi alanında yüksek lisansı tercih ettiğini söyleyebiliriz. Yani yola öncelikle bu alanda eğitim tercihleri ile başlayabilirler. Bu arada mutlaka, kulüp, federasyon, spor alanında sponsorluk yapan firmalar ya da spor pazarlama ajanslarında staj yapmaları da çok önemli.


Önce Rus oligarklar, sonra Arap şeyhleri kulüp satın alarak futbol endüstrisine girdiler. Sizce sırada kimler var?
Kesinlikle Çin. Kış transfer döneminde Çin Süper Lig’inde toplam 331 milyon avroluk transfer yapıldı. Ancak Çin’i sadece son dönemlerde astronomik rakamlara yaptıkları futbolcu transferleriyle değerlendirmeyin. Çinli iş adamlarının Avrupa’da çok yaygın bir şekilde kulüp satın almaya başladıklarını da görüyoruz. İtalya’da Inter Milan, İspanya’da Espanyol, Granada, İngiltere’de Aston Villa bazı örnekler. Wanda ve China Media Capital sırasıyla Atletico Madrid’in %20sini ve Manchester City’nin %13ünü satın aldılar. Yani futbol pazarının son büyük oyuncusu Çin diyebiliriz.


Futbolun içinden gelmeyen ama sermayeyi yöneten ve söz sahibi olan bu tip yatırımcıların endüstriye etkileri neler?
Eğer uzun soluklu başarı arıyorsanız artık bu futbolun içinden klişesini bir kenara bırakmalısınız. Futbol ve sermaye birlikte, yan yana yürümeli. İstediğin kadar çok yatırım yap, kulüp finansal olarak iyi bir tablo çizsin, eğer sahada takım bir başarı kazanmıyorsa, kulübün kasasındaki o paranın hiç bir kıymeti yok. Ya da tam tersini düşün, sezon sonu şampiyon olmuşsun, Avrupa kupalarına gidiyorsun, ama kasan bomboş, bir de üzerine borçlusun. Artık finansal fair play kuralları da çok katı. Böyle bir tabloda Avrupa’ya gitmek konusunda bile men yiyorsun. Sağlıklı bir yapı için hem iyi futbol oynayacaksın ki başarı gelsin, hem de bu başarı sayesinde kapını çalan yatırımcı ve sponsorlarla iyi bir finansal bağ kuracaksın ki, kasan dolsun.


Son dönemde bilet fiyatları önü alınamaz bir şekilde artıyor. Bu aynı zamanda stadyumlara gelen taraftar profilinin de sosyo-ekonomik olarak daha üst sınıflara değişmesine sebep oluyor. Bunun futbola etkisi nasıl olur?
Buna çok katılmıyorum. Premier Lig ve Bundesliga gibi Avrupa’daki önemli bir çok ligde makul fiyatlara bilet satıldığını düşünüyorum.

1984 yılında Diego A. Maradona 7.3 milyon avroya Napoli’ye transfer olduğunda bu o günler için dudak uçuklatan bir rakamdı. Artık transfer piyasasında 100 milyon avrolardan bahsediyoruz. Sence transfer ücretleri bu şekilde artmaya ne kadar daha devam edecek?
Kulüplerin gelirleri arttığı sürece transfer ücretleri de artmaya devam eder. Örneğin Premier Lig’de yeni yayın ihalesi yapıldı. Buna göre kulüplerin kasasına gelecek üç yılda 8.1 milyar İngiliz sterlini girecek. Bu rakam bir önceki ihalenin %70 üzerinde. Premier Lig’de bu paydan en az geliri alacak takım bile, La Liga’da Real Madrid ve Barselona’nın yayından kazandığı kadar parayı kasasına koyacak. Bu ne demek oluyor? 100 milyon avroya Gareth Bale’e imza attıran Real Madrid’in ödediği rakamın çok daha üzerinde rakamları, yeni transfer sezonunda İngiliz takımlarının harcamasını bekleyebiliriz.


Teknoloji çok hızlı ilerliyor. Sence futbolun ne kadar içerisinde ve futbolda teknolojinin sınırları nerede ayrılmalı?
Ben futbolun içerisinde olması gerektiğine inanan taraftayım. Özellikle de oyunun sonucuna etki edebilecek bazı hakem hatalarını ortadan kaldırmak konusunda. Gol çizgisi teknolojisi ile başladı. Şimdi de penaltı ve ofsayt kararları verilirken hakeme yol göstermesi açısından mutlaka kullanılmalı.

Sosyal medyanın futbola etkisi nasıl?
Sosyal medya maalesef sadece futbolu değil tüm yaşantımızı dramatik bir şekilde değiştirdi. Kulüpler ve oyuncular artık arada menajer ya da medya kanalları olmadan taraftarlar ile doğrudan iletişime geçebiliyor. Oyuncular sosyal medya kullanımı konusunda kesinlikle eğitim almalı. Çünkü bu şekilde doğrudan iletişim çoğu zaman oyuncuya ve imajına zarar verebiliyor. Yazdıkları mesajın, koydukları bir fotoğrafın zamanlaması, içeriği çok önemli. Dikkat edilmesi gereken bir çok detay var. sosyal medya kullanan oyuncu ve kulüplerin bu konuda  profesyoneller ile çalışmaları çok önemli.


Sosyal medyanın hayatımıza bu şekilde girişinden sonra pazarlama araçları da değişti. Kulüpler bu değişime nasıl ayak uydurmalı?
Kulüpler sosyal medya hesaplarını kullanarak mutlaka taraftarlarla bağlarını kuvvetlendirmeli. Bu büyük bir fırsat. Bu şekilde yeni taraftar kazanabilirler, mevcut taraftarların statlara ve kulübe ilgisini artırabilirler. Sonra da tüm bu iletişimlerini ölçümleyebilir ve sponsorlar ile paylaşıp, markaların finansal desteğini artırabilirler. Çünkü bir çok sponsor bu yol ile müşterilere doğrudan ulaşıp, pazarlama yapabilir.  

Barselona’da çok uzun yıllar çalıştın. Pazarlama adına diğer kulüplerden farklı ne yapıyorlar?
Benim de yaratılması döneminde bir parçası olduğum ve bundan da her zaman gurur duyduğum, “Bir kulüpten çok daha fazlası / mas que un club” konumlandırması diyebiliriz. Her şey müthiş bir jenerasyon yakalayarak başladı. Sportif anlamda bir çok başarı, kupa ve bununla beraber kapınızda sıraya giren sponsor ve yatırımcılar. Demin de dediğim gibi, biz pazarlamacılar bir konumlandırma oluştururuz. Bu çok başarılı da olabilir. Ama sistemin doğru çalışması için sportif başarının da olması şart. Barselona dışında da pazarlama araçlarını çok başarılı kullanan kulüpler var. Tıpkı Real Madrid ve Manchester City gibi.

Arda Turan hakkında ne düşünüyorsun?
Öncelikle şunu söylemeliyim Avrupa Şampiyonasında Türk taraftarlarının Arda’yı protesto etmesi beni çok üzdü. Bence Arda çok iyi bir oyuncu sadece şu ara zor bir dönemden geçiyor. Barselona’da hem 6 aydır forma giyemeyip, hem de fit kalmaya çalışmak pek kolay bir durum değil. Formunu eskisinden daha iyi bir şekilde geri kazanacağına inanıyorum. Yeni sezonda göreceğiz.

Potansiyeli yüksek olan ve Avrupa’da oynayabilecek başka hangi Türk oyuncuları beğeniyorsunuz?
Emre Mor ve Enes Ünal’ı da çok beğeniyorum. Onlar dışında da bir çok genç oyuncu var. Sadece yeterince fırsat verilmiyor gençlere.

Avrupa’daki bir çok büyük lig ve kulüpte çalıştın. Türkiye’yi İngiltere, İspanya gibi futbol endüstrisinin büyük olduğu diğer ülkelerle kıyaslarsan ne dersin?
Türkiye büyük bir potansiyele sahip ve halen bakir bir pazar. Taraftarların futbola ilgisi, yeni statlar ve bazı kulüplerin taraftar sayıları ciddi bir potansiyel oluşturuyor. Bu potansiyeli, yönetimsel olarak ihtiyaçlarla uyumlu bir hale getirip kullanmak için tek eksik bu alanda yönlendirme yapacak profesyoneller. Tıpkı kulübünüze yabancı yıldız bir oyuncu transfer etmek gibi. Yerli yöneticiler ile yabancı yönetici ya da danışman statüsündeki profesyoneller bir arada çalışmalı, tecrübelerini paylaşmalı ve fırsatları değerlendirmek için plan oluşturulmalı diye düşünüyorum. Bir de kulüpler mutlaka tam zamanlı çalışanlarca yönetilmeli.  Yarım gün başka yerde çalışıp yarım gün kulüp yöneten yöneticiler ile olmaz.

Global alanda Türk kulüplerinin güçlü ve zayıf olduğu alanlar neler?
Öncelikle kendilerini anlatmak konusunda eksikleri var. Yurtdışında kulüpler kendilerini iyi tanıtıyor olmalılar. Tamam kendi ülkende taraftarınla aran iyi ama artık dünya büyük bir pazar, yeni taraftar bulmanın tek yolu o büyük pazara açılmak. Bunun en büyük yolu da yayın haklarının yurtdışına açılması. Büyüme ancak bu şekilde olur. Bir de tabii ki şike davası ve sürecinin çok olumsuz etkileri oldu. Federasyonların bu konuda çok hassas davranması ve bir daha bu tip süreçlerinin yaşanmaması için ciddi önlemler alması şart.



Esteve Calzada kimdir?

Esteve Calzada FMCG sektöründeki uzun yıllar tecrübesinden sonra 2002-2007 yılları arasında Barselona kulübünde CMO (Chief Marketing and Commercial Officer) olarak çalıştı. Bu süreçte geliştirdiği projeler ile kulübe 400 milyon avro kazanç sağladı ve Nike-Barselona işbirliğinin mimarlığını yaptı.
2011’den beri Manchester City kulübüne danışmanlık veriyor.
UEFA (2013) ve FIFA (2014) çeşitli projeler için stratejik danışmanlık verdi.
2009 Messi’nin imaj haklarını yönetmek adına Leo Messi yönetimini kurdu.
Halen 2007 yılından beri kendi kurduğu Prime time Sport’un başında. Spor yönetimi hakkında kitapları ve makaleleri de olan Calzada; İspanya, İngiltere, Dubai ve Amerika’da bir çok üniversitede bu konuda  dersler de veriyor.