5 Ocak 2016 Salı

Yeşil sahaların matadoru

İspanya…Arenalar, öfkeli boğalar, acımasız matadorlar ülkesi. Matador İspanyolca katil anlamına gelir. Arenaya bırakılan boğalar, önce pikador denilen kişiler tarafından çivili sopalarla kızdırılır. Ardından ihtişamlı kıyafetiyle kralları aratmayacak bir mağrurlukla matador girer sahneye ve boğayı öldürür. Boğa güreşlerinin, doğaya ve doğadan gelecek tehlikeye karşı, erkeğin kadınını ve ailesini korumak için giriştiği mücadeleyi anlattığı söylenir. İspanyol toplumunda matadorluk sadece bir meslek değil, aynı zamanda yiğit, gözü pek kişiyi tanımlamak için kullanılan bir deyiştir. Çünkü matador güçlü, süratli, çevik, seyirciye keyifli bir izleme imkanı sunacak yeteneğe sahip olmalıdır. 


İspanya... Stadyumlar, coşkulu taraftarlar, doğuştan yetenekli futbolcular ülkesi. Her çocuk futbolcu olabilir bu şehirde ama çok azı yıldız olur. İspanyol toplumunda futbolcu olmak sadece bir meslek değil, aynı zamanda tutkuyu, sadakati, adanmışlığı ortaya koymaktır. Futbolcu, güçlü, süratli, çevik, seyirciye keyifli bir izleme imkanı sunacak yeteneğe sahip olmalıdır.

Madrid... Kral burada oturur. Tarihin en cesur matadorları burada arenaya çıkmıştır. Ve yeşil sahaların şimdiye kadar gördüğü en büyük bayrak adam bu şehirde futbol efsanesine dönüşmüştür.

Raul Gonzalez Blanco, 1977 yılında Atletico Madrid taraftarı Don Pedro’nun oğlu olarak dünyaya geldi. 11 yaşındayken babasının takımında alt yapıda futbol oynamaya başladı. Ama Atletico’nun meşhur başkanı Jesus Gil, masrafları kısma bahanesiyle, alt yapının kapısına kilidi vurunca, daha o yaşlarda bir sezonda 65 gol atan bu çocuğu şehrin diğer takımı Real Madrid kaptı. Raul, kısa sürede A takıma kadar yükselip 1994-95 sezonunda profesyonel oldu. Bir gün hocası Valdano’ya gidip, “Kazanmak istiyorsan ilk 11’de benimle başla, istemiyorsan başkasıyla,” diyen bu cüretkar genç, Real Madrid formasıyla 11’de forma giyerken, Jesus Gil ise Santiago Bernabeu’da koltuğuna çakılıp kalmıştı. Kendi takımının alt yapısından yetişen bu çocuk, o akşam derbide bir penaltı yaptırmış, Zamorano’ya bir asist yapmış ve de Real Madrid formasıyla ilk golünü atmıştı. 17 yıl süren başkanlığı döneminde, 39 teknik direktör, 141 futbolcu transfer eden Başkan Gil, o akşam kaçırdığı balığın ne kadar büyük olduğunu yeni anlamıştı.


SADAKAT

Real Madrid’i o dönem Jorge Valdano çalıştırıyordu. Önceki iki sezonda Tenerife’yi çalıştıran ve her iki sezonda da son haftada Real Madrid’i yenerek, şampiyonluğu Barcelona’ya kaptırmalarına sebep olan Valdano; Real Madrid’e geçtiği ilk sezonda hem Raul’a forma verdi, hem de takımı şampiyon yaptı. Raul ise hocasına teşekkürü, doğacak ilk çocuğuna onun adını vererek yapmıştı. Daha ilk sezonunda Valdano’nun motivasyonuyla lige hızlı başlayan Raul, ilk 7 maçında 13 gol atmıştı. Bu çocuk denecek yaştaki İspanyol, bir anda forma satışlarını artırmış, gazete manşetlerini süslemeye başlamıştı. Elbette ki kralın takımı Real Madrid her zaman yıldız oyuncuların adresi olmuştur ancak 2003 yılında kaptanlık bazubandını da koluna takan bu adam, Madrid tarihine damgasını vurmaya hazırdı. Valdano ise bu genç yeteneği “Raul’un özelliklerini alt alta yazarsanız, aslında Real Madrid’in özelliklerini yazmış olursunuz. O günümüzün Di Stefano’su.” diye anlatıyordu.

Bu arada transfer teklifleri bitmek bilmiyordu. Rus milyarder Roman Abramoviç, Chelsea’yi satın aldığında ilk olarak Raul’u kadroya katmak istemişti. O günün şartları için inanılmaz bir teklif yapıp 70 milyon avro önermişti. Başkan Perez ise “Raul satılık değil. Belki 180 milyon avro getiren olursa onu satabilirim. Ancak bunu da dünya üzerinde yapabilecek tek takım Real Madrid.” diyerek noktayı koymuştu. Sadece başkan değil, İspanya Kralı Juan Carlos da Raul’un ülke sınırları dışına çıkmasına pek razı değildi. “Raul, Madrid’in meleği. Raul Madrid, Madrid de Raul’dur.” demişti. Chelsea Raul’u İngiltere’ye getirememişti belki ancak İngiltere’den bir başka büyük teknik adam zaten onun gelmesini pek istemiyordu. “Onun seyahatlerden hoşlanmamasını umut ediyorum; çünkü onu önlememizin tek yolu, İngiltere sınırları içine sokmamak. Real çok büyük oyuncular transfer etti ve ediyor. Figo, Zidane, Ronaldo… Bana göre ise Raul hepsinden daha iyi. O, dünyanın en iyisi!” Bu sözler nice büyük futbolcular yetiştirmiş Sir Alex Ferguson’a ait.


GALAKTİK PROJE

Raul sadece takımın kaptanı değil, aynı zamanda sadakat yemini etmiş bayrak adamıydı. Bunu karşılığında da Başkan Perez; Figo, Zidane, Beckham, Ronaldo’yu bile transfer etmiş olsa bu sadakatin karşılığını gösterdi: “En yüksek ücreti Raul alır, Sonrasına bakarız.” Perez’in başlattığı “Los Galacticos” projesi kapsamında bu yıldız isimler arka arkaya Real Madrid kadrosuna katılırken, Raul belki onlar kadar fiyakalı fotoğraflar sunmuyordu ancak hem sahada, hem soyunma odasında Real Madrid’in lideri hala O’ydu. Bu arada Perez’in bu yıldızları getirirken, takımdan bazı isimleri de göndermesi gerekiyordu: Hierro ve Morientes. Yakın arkadaşları kulüpten yollanırken Raul bir gün kendisine sıra geleceğini düşünmüş müdür bilemem ancak ilahi adalet vuku buldu ve çok geçmeden Galaktik proje bekleneni vermedi. 2006 yılında 3-0’lık bir Mallorca yenilgisinden sonra Beckham ve Roberto Carlos hariç, Galaktik yıldızlar yolcu edildi. Sonrasında ise takımı sırtlayanlar yine “bizim oğlanlar” Raul, Casillas, Guti oldu. Real Madrid için Raul matador ise, ona topu taşıyan Guti de pikadordu.

2008 yılında takımın yardımcı kaptanı Iker Casillas ile Real Madrid için ömür boyu sözleşmeye imza atarken ikisi de aslında filmin sonunun bekledikleri gibi olmayacağını bilmiyordu. “Ömür boyu” romantizmi Casillas gibi, Raul gibi duygusal futbolcular için vardır, kulüpler için değil. 24 Nisan 2010’da, Mourinho yönetimindeki Real Madrid, Real Zaragoza ile karşılaşıyordu. Raul yine golünü atmış, parmağındaki alyansını öperek meşhur gol sevincini yapmış, ancak sakatlanıp oyuna devam edememişti. Yerini Mourinho’nun gözdesi Karim Benzema’ya bırakırken, o maçın ve o golün Real Madrid kariyerinde bitiş çizgisi olduğunu henüz bilmiyordu. Bu arada Manchester United’ın 7 numarası Cristiano Ronaldo kulübe transfer olmuş, 9 numaralı Real Madrid formasını giymeye başlamıştı. Ancak gönlünden 7 numara geçtiğini de gizlemiyordu. Sezon sonu Madrid sıfır kupa çekmiş ama asıl şoku 15 senedir mor beyaz forma giyen Guti’nin kulüpte bir gelecek göremediğini söyleyip ayrılmasıyla yaşamıştı. Guti o sezon Beşiktaş’a gelmiş, Carvalhal ile yaşadığı sorunların da etkisiyle, tek sezon oynayıp hem Beşiktaş’a hem de futbola veda etmişti. Guti şokunu atlatan Real Madrid’de ise asıl bomba, takımda sonradan oyuna giren adam olarak kalmak istemediğini söyleyen Raul’un bavulunu toplamasıyla patlar. Sonrasında ise gerçek sorunun Mourinho’nun kendisini istememesi olduğu konuşulur. Bugün belki Mourinho, o dönemde aldığı ah’ların karşılığını ödüyordur.

Hierro, Morientes, Guti, Casillas, Raul. Hepsi mahallenin çocuklarıydı. Ta ki Perez Los Galacticos düğmesine basana kadar. Perez’in başkan seçilmek için verdiği vaatlerden biriydi aslında bu proje. “Başkan seçilirsem Barcelona kaptanı Figo’yu transfer edeceğim, edemezsem tüm kombine ücretlerini taraftarlar yerine ben ödeyeceğim.” demişti bir vakit. Hem başkan seçildi, hem transferin suyunu çıkardı. Semtin kendi çocuklarından birer birer kurtuldu, yerine karşı mahallenin çocuklarını getirdi.


AYRILIK DA SEVDAYA DAHİL

16 yıllık Real Madrid kariyerinde tek bir kırmızı kart görmeden, 6 La Liga, 4 İspanya Süper Kupası, 3 Şampiyonlar Ligi, 1 Avrupa Süper Kupası ve 2 Kıtalararası Kupa olmak üzere toplam 16 kupa kaldıran Raul, bu yıl Cristiano Ronaldo rekorunu kırana kadar Real Madrid tarihinin en çok gol atan oyuncusuydu. Bir Perşembe akşamı Santiago Bernabeu’da 80 bin taraftar ve İspanya Kralı matadora veda etmek için toplandı. Yine gol attı. Tribünler “Sonsuza kadar büyük kaptansın,” diye bağırdı. O gece Kral ona Real Madrid’in şampiyonluk kutlama alanı olan Cibeles Çeşmesi’nin değerli bir maketini verip veda ederken, kameralar da Raul’u ağlarken yakalıyordu.

33 yaşındaydı ve futbol oynamaya devam etmek istiyordu. “Real Madrid’de 16 yıl geçirdim. Kariyerimin en güzel yıllarıydı ve harika bir neslin parçası oldum. Ailem ve ben yeni bir heyecan istedik. Bu hamleyi bu yıl yapmasaydık, bir daha yapamayabilirdik,” diyerek Schalke 04’e transfer oldu. İki sezon geçirdiği kulüpte Almanya Kupası ve Almanya Süper Kupası kazandı. Ardından iki sezon Katar’ın Al Sadd kulübünde geçirdikten sonra, finali yapmak için soluğu Amerika’da New York Cosmos’da aldı ve geçtiğimiz ay 38 yaşında futbola veda etti. Kariyeri boyuncu hiç Ballon d’Or kazanamadı belki ama Pep Guardiola bugün onun için “İspanya futbol tarihinin en önemli oyuncusu,” diyor. Real Madrid’den, Owen’den Ronaldo’ya, Figo’dan Zidane’a kadar kariyeri tartışılmayacak bir sürü yıldız geçti. Hiç biri onun gol rekorunu kıramadı. Ta ki, Cristiano Ronaldo’ya kadar. Ronaldo ise o gün, Raul’u arayıp “Benim için 1 numara daima sensin,” dedi.


Bugün 7 numara ile oynayan Cristiano Ronaldo şu an Madrid tarihinin en çok gol atan oyuncusu. Belki daha çok gol atanı da izleyeceğiz. Ama taraftarların mor beyaz kulübe ismini verip Raul Madrid diyeceği kadar sahiplendiği futbolcu bir tek o oldu. Akıp giden zaman onun için sadece bir formalite. Bir gün Madrid’e geri dönecek. Ve o gün tribünlerde 80 bin taraftar ve Kral yine onu alkışlıyor olacak. Kim bilir belki o gün yine sahanın ortasına gelir ve tıpkı 2002 Şampiyonlar Ligi finalinde kupayı aldıktan sonra yaptığı gibi nefis bir matador dansı ile tüm Madridlileri coşturur. O zamana kadar hoş çakal Madrid’in meleği Raul...

KENAN SOFUOĞLU

YETENEK
AZİM
TECRÜBE
KADER
+________________________
KENAN SOFUOĞLU

Bir tamirhaneden dünya şampiyonasına nasıl gitti? İsviçre’de yaşayan Türk iş adamı nasıl hayatını değiştirdi?  Yarışırken hiç korktu mu?
Kazanma hırsı çok fazla, sayısız kupa kazanmış. Kaybetmeye tahammülü yok ama hayat kaderine en sevdiklerini kaybetmeyi yazmış. Bir adam düşünün. Her viraja kupayı kaldırmak için girerken, tüm kupalarını hediye eden. Dünya üzerindeki maddeye dayalı her şeyle bağını koparmış, gerçek bir şampiyon, Kenan Sofuoğlu.


Türkiye gibi futbolun dominant olduğu bir ülkede motor sporlarına nasıl başladın?
En büyük faktör, şu an pisti kurduğum Akyazı’da o dönem babamın motosiklet tamirhanesinin olmasıydı. O zamanlar ilkokul 3’e gidiyordum. Okuldan çıkınca tamirhaneye gider, ya babama yardım eder ya da ufak motorları kullanmaya çalışırdım. O dönem en büyük abim ilkokuldan sonra okula devam etmeyip babamla çalışmaya başlamıştı. 1994’de babam Sakarya’ya daha büyük bir tamirhane açınca bizim de ufkumuzu açtı. Artık ufak mobiletlerle değil de, daha büyük motosikletlerle uğraşmaya başlamıştı. Bahattin abimin 1996’da amatör 1999’da profesyonel yarışlara başlaması benim küçük dünyamı bir anda değiştirdi. Bu arada Türkiye’de profesyonel yarışlar Bahattin abim döneminde başladı, ondan evvel böyle bir kavram yoktu. 2000 yılına ise ortanca abim Sinan ve ben de yarışmaya başladık. O zamanlar Lise 2’ye gidiyordum ve yalan söylemeyeyim hayalim üniversite değil, liseyi bitirince abilerimle birlikte yarışmaktı. Üç kardeş yarışıyorduk ve ekonomik olarak bir motosiklet tamirhanesinden ne yazık ki zengin bir aile çıkmıyordu. Babamın gücü üçümüzü de yarıştırmaya yetmedi. 2001 krizinden sonra işler daha da zorlaştı. Sonunda aile şöyle bir karar aldı, “Artık üçünüzü birden yarıştırmaya gücümüz yetmez, sponsorlar da azaldı. Ancak birinizi Avrupa’ya yollayabiliriz.” En küçük bendim, sağ olsun iki abim de hakkını bana devretti ve beni yolladılar.

Bu sporda cebinden çok para harcaman gerekiyor mu?
Benim başladığım yıllarda Türkiye’de ufak, amatör bir motorla idare edebiliyordun ama Avrupa’da imkanlarının iyi olması gerekiyordu. Misal Almanya şampiyonasında yarışabilmek için yaklaşık 100 bin avro paran olması gerekiyordu. Bizim öyle bir şansımız yoktu. 10 bin avroya bir amatör kupa yarışı bulduk, o parayı toparladık. Bütün varımız yoğumuz zaten o paraydı. 2002 yılında ben de o parayla Almanya’da amatör kupada yarışmaya başladım. O dönem bir federasyon bile yoktu, otomobil federasyonuna bağlıydık. Bugün durum çok farklı. Artık bir federasyonumuz, sporcuya destek çıkan bir Spor Bakanlığımız var. Şu an yetenekli gençleri ben pistimde çalıştırıyorum, seneye hiç masraf etmeden devletin desteğiyle Avrupa’da yarışmalarını sağlayabileceğim.

İlk profesyonel yarışını hatırlıyor musun?
2001 yılında Türkiye pist yarışında abilerimle yarışmıştım. Tabii seviye düşüktü. Dört kişi yarışıyordu, üçü Sofuoğlu kardeşlerdi. Benim için abilerimle beraber kürsüye çıkmak çocukluk hayalimdi. Sonra bu bahsettiğim Almanya amatör kupasında yarıştım ama o Türkiye şartlarında profesyonel sayılabilecek bir yarıştı. İlk gittiğimde yarışan kırk kişi arasından yirmi beşinciydim. Hafta sonu ilerledim ve ilk yarışımı üçüncü bitirdim. Amatör kupa da olsa, Avrupa’da, bize göre çok güçlü bir turnuvada kürsüye çıktığıma inanamamıştım. Sonra yarışlar, kürsüler birbirini kovaladı ve sezon sonu Yamaha Cup kupasında şampiyon oldum. Şampiyonluktan sonra sevincimiz yine kursağımızda kaldı çünkü Almanya’nın Süper Lig’ine çıkabilmemiz için 100 bin avro gibi bir para bulmamız gerekiyordu ve bizim o parayı bulmamız mümkün değildi. Sezon içinde üst üste aldığım birinciliklerden ötürü bana Süper Lig’in 15. takımından teklif geldi. İyi bir ekip değildi ama para vermeyecektim, hemen kabul ettim. O altlardaki takımla biz şampiyonluğu son hafta kıl payı kaçırdık. Şampiyon olan pilot 40 yaşındaydı, o gün benim için “Bu çocuğu burada tutmayın hemen Avrupa ligine çıkartın, buraya göre yeteneği çok üstün,” demişti. 2004 yılında ilk Avrupa şampiyonamı 3. sonrakini 2. tamamlayınca bu sefer dünya klasmanında yarışmaya karar verdim. Bu kez de 100 bin değil 500 bin avro bulmamız gerekti. Tabii bizim hayal bile edemeyeceğimiz bir para. O zamanlar İsviçre’de yaşayan bir Türk işadamı bana sahip çıktı, bazı bağlantılarla beni takıma yerleştirdi. Ben bugün halen o bağlantıların ne olduğunu bilmiyorum. 2006’da ilk sezonumu Dünya 3.sü olarak tamamladım.

O işadamı ile iletişiminiz hala devam ediyor mu?
Hayır. O hayatıma bir girdi, bir kayboldu. Bir daha göremedim, haberim bile yok. Tuhaf bir şekilde hayatıma girdi, beni büyük bir takıma yerleştirdi, sonra sessizce kayboldu.



YARIŞ KAZANMAK KOLAYDIR, ŞAMPİYON OLMAK ZOR


Motor sporlarında bir yarışçıya şampiyonluğa taşıyan en önemli faktörler neler?
Kendi yaşadıklarımdan öğrendiğim şu, her şey önce yetenekle başlar. Ama asıl önemli olan ve devam etmeni sağlayan azimdir. Sonra da tecrübeyi bekleyecek sabrının olması gerekiyor. Bu üç faktör şart. Tabii kaderinizde de yazılmış olması gerekiyor. Yarış kazanmak kolaydır ama Dünya Şampiyonu olmak öyle değil. Bugün bir yarışta önde giden kaza yapar sen birinci olursun, hava şartları denk gelir. Tek yarış kazanmak kolaydır. Ama Dünya şampiyonu olmak için, sezon Avusturya’da başlar, Amerika, Katar, İngiltere, Fransa, her yerden puan çıkartman gerekir. Motosikletin bozulur, biri gelir sana çarpar yarış dışı kalırsın, sakatlık yaşarsın. Yani her yarıştan puan çıkarmak zordur. Şimdi böyle kolay anlattığıma bakma sezon içinde tüm bunları yaşamak böyle kolay değil.

Unutamadığın bir yarış var mı?
Kariyerinde en iyi yarışın hangisi dersen, 2009 Amerika’yı söylerim. Takım olarak imkanlarımızın kötü olduğu bir dönemdeydik. Motosikletimizde bir türlü ayar tutturamıyorduk. Büyük bir çekişmeyle, o kötü moral ortamında kazandığım Amerika yarışı kariyerimin en iyi yarışı. Beni en çok mutlu eden yarışım ise İstanbul Park’tı. Maalesef bir kere yarıştım Türkiye’de. Yıllarca Avrupa’da koştuktan sonra ev sahipliği yaptığım ülkemdeki yarışı kazanmak çok güzeldi.

Korkuyu çok hissettiğin bir yarış oldu mu?
2008 yılında Sinan abim Körfez pistinde rahmetli olmuştu. O sezon boyunca korkarak motosiklet kullandım. Ama bu düşerim de bana bir şey olur korkusu değildi. Yarışlar canlı yayınlanıyordu. Annem, babam izliyordu. Onları korkutacak bir durumda kalmaktan çok korktum. Zaten o sezonu da başarısız geçirdim.

Sence bu sporu sevdiğin için mi başarılısın, yoksa başarılı olduğun için mi seviyorsun?
Bence başarılı olmamda bir kaç sebep var. Birincisi maddi imkansızlıklar. O yaşlarda henüz “Aman Türkiye’yi iyi temsil edeyim,” gibi şeyleri daha düşünemiyorsun. Hayalleri motosiklet olan bir çocuktum ve maddi açıdan aileme yük olmuştum. Bunun altında kalmamam, ailemin bana verdiklerini geri kazanmam gerektiği fikri hep içimde ağır bastı. Yarışmam için gerekli parayı toplamam için abim arabasını satmayabilirdi, babam “Motorlar dükkanda dursun ticaret daha önemli,” diyebilirdi. Ama onlar öyle yapmadı, bana inandı. Bu da bana daha çok azim oldu. Bana gösterdikleri bu fedakarlıkların altında kalmamak için hep çalıştım. Sonra ki yıllarda, maddi sorunları aşınca, tabii ki yaş olgunluğuyla da, şampiyonluk kazanmanın ülkem için ne demek olduğunu anladım. Başbakanın, Spor Bakanı’nın beni arayıp, destek vermesiyle bende artık zevkine gidip yarış kazanmak değil, ülkemi temsil etmenin önemini anladım. Bu farkındalık ben de ayrı bir motivasyon yaratıyor.

En yüksek hız kaç gördün?
Bizim yaptığımız asıl iş yüksek sürate çıkmak değil ama Super Bike kategorisinde yarıştığım sene İtalya’nın Monza pistinde 325 km/s gördüm. Ama bugün caddeye çıkıp standart bir motosikletle 340 km/s yapabilenler de var. benim yarıştığım parkurlarda 320-3250 km/s en yüksek çıkılabilen sürat çünkü viraj geliyor ve fren yapmanız gerekiyor. Ama top speed ile uğraşsanız 400 km/s de yaparsınız çok sorun değil.

Herkesin hızlı gittiği bir virajda senin de hızlı gitmen normal. Ama öyle virajlar var ki, herkes hız keserken, sen asılıyorsun. Kendine mi, motora mı bu güven?
Her pilotun tarzı, tekniği, yetenekli olduğu yerler farklıdır. Benim yapı olarak ilk günden beri, yarışları podyumsuz tamamladığım çok az görülmüştür. Kariyerim böyle başladı, böyle de bitecektir. Farklı bir kaç kategoride istediğim başarıları yakalayamadım, motosiklete uyum sağlayamadım. Bir kaç yıl daha sabredeyim de, o motora alışayım diye düşünmedim. Kaybetmeye hiç alışmadım. Eğer kazanmak gerekiyorsa, virajda imkan varsa gaz kesmeyeceksin. Mental olarak kendini güçlü hazırlarsan zaten yarışta da başarılı oluyorsun.



İNSANLARI İYİ YAPTIKLARI ŞEYLERİ SÖYLEYEREK MOTİVE ETMELİ

Kendini ve çalıştırdığın çocukları mental olarak hazır ve güçlü tutmak için kullandığın özel bir yöntem var mı?
Yarış hafta sonları yetiştirdiğim çocuklara iyi yönlerini hep defalarca söylerim. İnsanları iyi yaptıkları şeyleri söyleyerek motive etmek güzeldir. Aslına bakarsan sadece iş için değil hayatın her alanında geçerli bu. Ben de bunu zamanla öğrendim. Cahil biri bile olsa, birinin gelip bana “Şunu iyi yapıyorsun,” demesi beni orada daha da iyi yapıyor. Ama eğer “Şurayı kötü yapıyorsun,” derse her o viraja geldiğimde “Ben burayı yine kötü yapacağım,” psikolojisine giriyorum. Eksik yönleri geliştirmeleri için tabii ki söylemek lazım. Ama yeri ve zamanı çok önemli. Beni kuvvetli kılan bir diğer nokta ise manevi olarak güçlü hissetmem. Dua ederim, her yarıştan önce yaşlıları sevindiririm. Bunu sakın maddi olarak algılama, bu bir ziyaret de olabilir, önemli olan onları mutlu etmek. O manevi gücü aldığım zaman kendimi zaten hazır ve güçlü hissediyorum.

Yarışlardan önce 100 gr bile alıp vermeniz performansınız için önemli. Beslenmene nasıl dikkat ediyorsun?
Yarış hafta sonunda yediklerime çok dikkat ederim. Az yerim. En fazla enerjiyi verecek besinlere yer veririm. Boş şeyler yemem. Enerji sadece fiziksel enerji değildir. Konsantrasyon olarak yorulduğunuz zaman istediğiniz kadar güçlü olun başarılı olma şansınız yok. Bir nevi beynimi de yediklerimle motive ediyorum. “Bak güzel yedim, artık sorunum olmaması lazım, yarışta güçlü olacağım,” diye psikolojik olarak kendimi iyi hissediyorum. Normal hayatımda çok fazla özen göstermiyorum, çünkü çok antrenman yapıyorum.

Başka bir spor yapıyor musun?
Havalar çok soğuk olduğu zaman koşu yapıyorum. Ama genelde motosikletle antrenman yapmayı tercih ediyorum.

2007 yılında ilk Dünya şampiyonluğu kupasını kazanmış Kenan ile bugünkü arasında büyük fark var. Hayat tecrübesi tabii ki önemli ama sen kendini geliştirmek için neler yaptın?
Tamamen geçen zaman, ben ekstra bir şey yapmadım. O zamanlar genç bir sporcuydum. Bu sene 16. sezonum. Eskiden biri bana kafa tuttuğu zaman “Hadi gel çıkalım parkura,” derdim. Şimdi omzunu sıvazlayıp, sen daha iyisin diyebiliyorum. Bunlar tamamen yaşla gelen olgunluklar. Benim önümde bir hocam olmadığı için hep kendim öğrenmek, denemek zorunda kaldım. Belki bunun da bir faydası olmuştur.

İlk kazandığın Dünya şampiyonluğu kupasıyla, bugün kazandığın 4. Kupa arasında ne fark var?
Ben bugüne kadar bütün kazandığım kupaları, bana destek olmuş, yanımda olan, ya da o gün o yarışıma gelmiş bir hayran olduğu zaman hep hediye etmişimdir. Hiç birini saklamadım. Çünkü biliyorum ki ben manevi olarak o kupayı kazandım. O benim kariyerime işlendi. Ama o kupa belki başkasında daha faydalı olacaktır. Hediye etmek beni daha fazla mutlu ediyor. O yüzden kupalarımı o gün inandığım kişilere hep vermişimdir. Sadece bu sezon bütün kupalarımı rahmetli oğlum Hamza için sakladım.

Çocukluğuna ait hatırladığın en mutlu anı ne?
İki ağabeyim de yarışıyor, ben de yarışmak çok istiyorum ama babam bir türlü izin vermiyor. Sinan abim bir trafik kazası geçiriyor, bacağı kırılıyor. Abimin motoru o dönem boşa çıkınca, ben babama daha çok yalvarıyorum. Babam yine “Gerek yok,” diyor. Sonra bir gün iş yerindeyken babam “Giy tulumu gidiyoruz, antrenman yapacağız.” dedi. O günü hiç unutmuyorum. Heyecandan elim ayağım titriyordu. Babamla beraber drag antrenmanı yapmıştık.

Sihirli bir değnek olsa kariyerinle ilgili neyi değiştirmek isterdin?
2007 yılında Dünya şampiyonu olduğumda babam bana bir yıl daha Dünya Supersport da kalmamı çok söylemişti. Ben Super bike’a gideceğim diye tutturmuştum. Bugün olsa babamı dinlerdim. En azından bir yıl daha tecrübe kazandıktan sonra farklı kategori denerdim. Kariyerimde yaptığım en büyük hata oydu. Ama her hatada bir nasip de vardır. Bizim nasibimiz de buymuş.



MOTO GP’YE BENİM YERİME GENÇLER GİTMELİ


MotoGP’de yarışabilecek potansiyele sahip bir sporcusun ama Türkiye’de özellikle de sponsor desteği bir türlü Avrupa ülkeleriyle rekabet edemediği için sen de o klasmanda ilerleyemedin. Ne diyorsun bu duruma?
Biz abilerimle bu işe başlamadan önce Türkiye’de motor sporları diye bir şey yoktu. Tabii ki ilkler hep zorluk çeker. Bir de ben yaş olarak da geç başladım. Şimdi çocuklar çok daha küçük yaşlarda profesyonel oluyor. Hala sponsor desteği bulmak zor. En büyük desteği devlet sağlıyor. Bugün yetiştirdiğim gençlerin kariyerinde MotoGP olacağını görebiliyorum. Ama iş bu çocukların yeteneği ile de olmuyor, sponsor desteği şart. Ben bugün artık kariyerimle istediğim desteği bulup MotoGP’ye gidebilirim ama benim yaşım 31. Bu saatten sonra bulduğum desteği kendim için değil gençler için kullanmayı tercih ederim.

Marc Marquez mi Valentino Rossi mi?
Ben Marquez ile birlikte yarıştım hatta birlikte kürsüye de çıktım. Sıfırdan gelmiş kesinlikle çok yetenekli bir sporcu. Hatta bence dünyanın en yeteneklisi. Ama bu sene Rossi’ye yaptıkları sportmenliğe aykırıydı. O yüzden 2015 için Rossi derim.

2014 sezonunu şanssız geçirdiniz. Bu sezon neyi farklı yaptınız?
Bu sezon Hindistanlılardan kurtulduk. Beni onlarla Kawasaki birleştirmişti ama büyük hataymış. Bu sezon iyi bir takım ile anlaştık. Spor Bakanı da çok destek oldu. Geçen yılı 8. bitirmişken bu sezon şampiyon olduk.

Türkiye’de amatör olarak motor kullananlara ne söylemek istersin?
Gençler artık motor sporlarına çok hevesli. Özellikle bugünün imkanlarıyla bunu profesyonel hale dönüştürmek çok zor değil. Geçen ay Akyazı pistinde yaptığım elemelerle üç tane çocuk seçtik ve hiç masraf ettirmeden önümüzdeki yıl Avrupa’da yarıştıracağız. Bunun yanı sıra on çocuğu da önümüzdeki yıl Türkiye şampiyonasında yarıştıracağız. Bu spora hevesli gençler federasyonla iletişime geçip kendilerine lisans çıkartıp, amatör de olsa ufak yarışlarda kendilerini deneyebilirler. Anne babalar eğer çocuklarının yetenekli olduğuna inanıyorlarsa 7-8 yaşlarında onları bu spora korkmadan başlatmalılar. Gelecekte belki onların çocukları da Türkiye’yi temsil edip Dünya şampiyonu olabilir.

Kenan Sofuoğlu federasyon başkanı olur mu?
Olmaz. Ne siyaseti ne de federasyonu istemem. Benim tüm istediğim gençlerle birlikte parkurda olmak. Sporculara abilik yapmayı, onları Avrupa’ya taşımayı tercih ederim.

Hiç pes etmeye yaklaştığın dönemler oldu mu?
Çok. Bir yarışı kaybedince moralim sıfırken belki bırakmayı düşündüm ama ertesi gün uyandığımda bırakmıyorum deyip yeni planlar yapmaya başladım. Başarıyı yakalamış sporcuların hepsinin kariyerinde “Artık bu işi yapmayacağım,” dedikleri zamanlar olduğuna inanıyorum. Asıl başarı o zor zamanlarda pes etmeyip devam edince geliyor.

Bu işi yapmıyor olsan ne yapıyor olurdun?
Büyük ihtimal babamın tamirhanesini devam ettiriyor olurdum.

Yarışları sonra tekrar izliyor musun?
Kazandığım yarışları izlerim. Ama kaybettiğim yarışları çok fazla izlemem. Bu arada ikinci olduğum yarışlara kaybettim gözüyle bakıyorum, halen daha atamadım o psikolojiyi üzerimden.

En sevmediğin huyun ne?
Yarışta kürsüye çıkamadığım zaman kendimden nefret ediyorum. Karakterimden nefret ediyorum. Çok zor bir adam oluyorum, kimseyle konuşmuyorum. 2004 yılında İtalya’da bir yarışı ikinci tamamladım. Aslına bakarsan ilk defa yarıştığım bir klasman ve pist, iyi bir sonuç yani. Ama annemi babamı o kadar bıktırdım ki, beni orada bırakıp gitmeye karar verdiler. Hiç unutmuyorum annem diyor ki “Nereye gideceğiz, dil bilmiyoruz, yol bilmiyoruz.” Babam tutturmuş “Gideceğiz, buluruz bir yolunu, ben bunun bu karakterine dayanamayacağım artık.” diye. Keşke onları yapmasaydım.

Şimdi çocukları eğitirken de aynı toleranssızlığı gösteriyor musun?
Eğer bir çocuğun üzerinde çok düşüyorsam, onun başarılı olmasını, gösterdiğim şeyleri yapmasını çok bekliyorum. Şu ana kadar yetiştirdiklerim arasında en iyisi Toprak Razgatlıoğlu. Ona artık söyleyecek bir şey kalmadı, beni bile geçti.

Kendine bir nasihat verecek olsan...
Kariyerimin ilk başladığı yıllarda kendimi çok hırpalamazdım. İkinciliğe, üçüncülüğe hiç mutlu olmadım, kaybettim diye düşündüm. Şu an anladım ki, podyuma çıkmak zaten başarıymış.


No Pirlo No Party

Başbakan da diyen var, mimar da. Karizmatik olmak için Ronaldo gibi baklavaları yok belki ama sakalı var. İsmine yapılan tişörtleri var. Kitap serisi olabilecek kadar çok farklı fotoğrafları var: Pirlo tatilde, Pirlo şarap yapıyor, Pirlo Woody Allen izliyor, Pirlo evin bütün ışıklarını tek bir futbol topu ile kapatıyor, Pirlo kızlarla... Bugüne kadar çıktığı hiç bir stadyumda yuhalanmamış bu karizmatik adam şimdi de Avrupa kıtasına veda ediyor.



“Güzellik” nedir? Hiç şüphesiz bir çoğunuzun aklına önce  sarışın, esmer, kumral beğendiğiniz bir aktris gelir, ya da geçen gün yolda gördüğünüz hiç tanımadığınız bir kadın. Peki, kadınları bir kenara bırakıp, futbol başlığı içinde “güzellik” nedir diye tekrar sorsam size? Yüzyıllardır güzellik kavramı felsefecilerin tartışma konusu olmuştur. Bugüne kadar yapılan tanımlamalar içinde doğruya en yakın cevabı Tolstoy vermiş:

“Güzellik, bizde herhangi bir arzu uyandırmadan, bize zevk/haz veren şeydir.”

Şimdi bu tanımı yeşil sahalara çevirdiğimizde, bir sürü farklı cevap gelecektir. Messi, Ronaldo, Iniesta. Liste uzar gider. Mekanikleşen futbol dünyasında bütün bu isimler iyi oyun sergiliyorlar, şüphe yok. Ama o kalabalık listede yalnızlaşan ve az kalmış sanatçılardan öyle bir isim var ki, işte ona belki de futbolun Da Vinci’si demek gerekir. Başbakan, mimar, maestro nam-ı diğer Andrea Pirlo.

Brescia’da, İtalya futbolunun tam göbeğinde, futbolu “10 numara”ların yönettiği bir düzende doğdu. Erkek kardeşi ile birlikte Brescia alt yapısında futbola başladı. Sonraları biri alt liglerde yola devam ederken, Pirlo milli formayı da kapıp, U15, U18, U21 milli takımlarında kaptanlık yapacaktı. Aslında Brescia Pirlo için sadece bir basamaktı. Ondaki yeteneği ilk, bize çok tanıdık bir isim Mircea Lucescu keşfetti. İtalya’da “catenaccio” yani asma kilit diye bilinen defansif futbol anlayışının hakim olduğu bir düzende, oyun kurabilen ve oyunu her iki yönde oynayabilen oyuncular bir de gençse altın değerindedir. Bunu çok iyi bilen Lucescu, bu altın genci henüz 18 yaşındayken Inter’e transfer etti.



Deep Lying Midfielder

Ancak Inter bulduğu cevherin kıymetini bilemedi. O sezon ligde kötü gidişin faturası Pirlo’ya kesildi ve 22 maçın ardından eski takımına geri kiralandı. Aslında kariyerinin dönüm noktası da ondan sonra başladı. O dönem Roberto Baggio da Brescia’da oynuyordu. Antrenör Carlo Mazzone, Pirlo’ya 5 numaralı formayı verdi. Ondan tek isteği defanstan topu alıp takımın hücumuna yön vermesiydi. O dönem Dario Hubner en önde, 10 numarada ise Roberto Baggio’yu oynatıyordu. O sezon geri kalan maçlarda hiç mağlubiyet görmeden ligde kalmayı başardılar. 2001 yılında Pep Guardiola’nın da yolu Brescia’dan geçti. Bugünün başarılı teknik adamı, İtalya’ya veda ederken o günlerde Pirlo için şunları söylemişti:

“Çağımızın neredeyse bütün orta sahalarının endişesi savunma. Benim gibi oyunun her iki yönünü de oynamaya çalışan futbolcuların soyu tükeniyor. 20 yıl önce benim tarzımda pek çok futbolcuyu görebilirdiniz. Ben bugün baktığımda sadece Pirlo’yu görüyorum.

2000 U21 Avrupa Şampiyonası’nda İtalyan Milli Takımı’nın kaptanı olan Pirlo, turnuvanın hem “En Değerli Futbolcusu” seçilip hem de gol kralı olunca, Cesare Maldini’nin dikkatini çekti. Elindeki cevherin kıymetini bilemeyen Inter, Pirlo’yu ezeli rakibine kaybederken, taraftarların ise her maçta ah’lar vah’lar çekeceği günler başlıyordu. Carlo Ancelotti ile kendini bulan Pirlo, Milan’da Rui Costa (daha sonra yerine Kaka gelecekti), Gattuso, Seedorf ile voltran oluşturdukları orta sahanın beyni oldu. Ligin en çok, en isabetli pas yapan, en çok topla oynayan oyuncusuydu. Gattuso onun için şöyle diyor:

“Bazen Andrea’nın topla neler yapabildiğini izlediğimde, profesyonel futbolcu olabilecek kadar iyi olup olmadığımı sorguluyorum.”

Milan’da geçirdiği ilk üç sezonda Serie A, İtalya Kupası ve Şampiyonlar Ligi şampiyonluklarını tattı. Ancak yine de ligde Milan’ın başedemediği kuvvetli bir Juventus rüzgarı vardı. Gerçi o rüzgarın sonradan “Calciopoli” rüzgarı olduğu anlaşılacaktı. Takvimler 2005 yılını gösterdiğinde İstanbul tarihin en çok konuşulacak Şampiyonlar Ligi finaline ev sahipliği yapıyordu.


İstanbul’da futbolu bırakmak istedim

İlk yarıyı 3-0 önde kapatan Milan, ikinci yarıda ne olduğunu anlamadan üç gol yiyip, penaltılarda kupayı Liverpool’a kaybetmişti. O gün penaltıyı kaçıranlardan biri de Pirlo’ydu. O geceyi sonradan yazdığı “Düşünüyorum öyleyse oynayabilirim” isimli biyografisinde şöyle anlatıyor:

“O mağlubiyetten sonra hiç bir şey mantıklı gelmemeye başladı. Soyunma odasında bir grup gerizekalı gibi oturduk. Konuşamıyorduk, hareket edemiyorduk. Üstünden saatler geçtikten sonra yaralar daha da belirginleşti. Uykusuzluk, öfke, depresyon, hiçlik duygusu. Bir çok semptom içeren yeni bir illet yaratmıştık: İstanbul sendromu. Artık bir futbolcu gibi hissetmiyordum. Bir anda futbol en önemsiz şey haline gelmişti, muhtemelen aslında en önemli şey olduğu için. Acı verici bir tezat. Futbolu bırakmayı bile düşündüm. Artık her gece yatağa Jerzy Dudek ve Liverpoollu takım arkadaşlarıyla gider olmuştum. O maçı bir daha asla izlemedim.

Bu histen halen tamamıyla kurtulabilmiş değilim. Bir pası berbat etsem suçlusunu o günlerden kalma travmatik etki olarak görüyorum. Birileri Milanello’nun duvarlarındaki şampiyonluk fotoğraflarının yanına siyah kurdeleler asıp o maçı ölümsüzleştirmemizi, böylece gençlere yenilmezlik hissine kapılmanın nasıl aldatacağı bir maske olduğunu hatırlatmamızı önermişti. Çok utanç verici ama bugüne kadar ki diğer tüm başarıların önemini de arttırdığı maalesef bir gerçek.”

2006 yılında Almanya’da düzenlenen Dünya Kupası Pirlo’yu kendine getirdi. Yaşlı denilen İtalya kupayı Pirlo’nun efsane futboluyla evine götürüyordu. Bir yıl sonra Şampiyonlar Ligi finalinde iki eski düşman Milan ve Liverpool yine karşılaştı. İstanbul sendromuna son vermek için tek çareydi. Milan imzayı “intikam soğuk yenen bir yemektir” diyerek attı.

Ancelotti, Chelsea’yi çalıştırmaya başladığında Pirlo’nun da kendisine katılmasını çok istedi. Aslında Pirlo’nun da gönlü bu evlilikten yanaydı. Ancak istediği şeyleri almak için her zaman bir yolunu bulan Berlusconi bu transferin önünü kesti. O dönem Real Madrid ‘de oynayan Huntelaar’ı aldıklarını, takımda standartı belirleyen adamın Pirlo olduğunu, takımın sembolü olduğunu ve bırakıp gitmemesi gerektiğini anlattı. Berlusconi bu, işini sağlama alır. Bir yandan da Chelsea’den karşılayamayacakları bir transfer bedeli ve Ivanovic’i istediler. Sonuçta Pirlo kaldı. Ancak iki sene sonra aynı Milan bir gençleştirme operasyonu ile ilk neşteri Pirlo’ya vurur.  Yeni gelen teknik direktör Massimiliano Allegri, Mark van Bommel’i transfer edip Pirlo’nun bölgesinde oynatmaya başlamıştır bile. Sonraları Berlusconi onun ayrılışı için şöyle diyecekti:

“Onun vedası hala içimi yakıyor. Hocasıyla iyi ilişkiler kuramadığı için ayrıldı, oysa biz onu asla bırakmak istemiyorduk.”

Politikanın yarısı aslında iyi yalan söyleyebilme sanatıdır. Berlusconi de bunu çok iyi yapabilen politikacılardan biri olduğunu kanıtlıyordu. Çünkü Pirlo’nun ayrılık sebebi, hocasıyla anlaşamamak değil, önüne koyulan çok komik bir sözleşme bedeliydi.

Pirlo 2011 yazında, Calciopoli skandalının izlerini üzerinden silmeye çalışan Juventus’un yolunu tuttu. Vidal, Del Piero, Buffon, Chiellini ve Pirlo kulübü yeniden ayağa kaldırmaya niyetliydi. İtalyan futbolu artık yeni virtüözünü yaratmış, kaliteli serbest vuruşları, baş döndürücü tekniğiyle Pirlo’nun önderliğinde Juventus savunmada sert, hücumda yaratıcı bir oyun oynamaya başlamıştı. 2012 Avrupa Şampiyonası’nda bir kez daha en değerli oyuncu seçildi. İngiltere maçında attığı Panenka penaltısı onunla bir kez daha doğdu. O ise yine mütevaziliği elden bırakmayıp, müthiş penaltının ardından mikrofonlara şöyle demişti:
“Maçın ardından bir çok uzman o vuruş hakkında fikir belirtti; intikam alma arzusu, maçlardan önce özel çalışmasını yaptığım bir şey vs. Böylesine ekstrem bir şeyi önceden planlayabilir misiniz? Eğer cevabınız evetse ya Totti, ya bir
kahin, ya da bir aptalsınızdır.” 

Topa hakimiyeti, kusursuz saha görüşü, mesafe tanımadan kaleyi bulan sert şutları, Pirlo’yu klasik bir 10 numaradan çok farklı bir noktaya taşıdı. Orta sahaların fizikli, sert ve yatarak müdahalelerde başarılı olması gerekmediğini ispatladı.  O aslında hep aynı futbolu oynadı. Yirmi yıla yaklaşan kariyerinde, 6 İtalya şampiyonluğu, 2 Şampiyonlar Ligi, 2 Süper Kupa, 1 Dünya Kulüpler Şampiyonluğu, 1 Dünya Şampiyonluğu ve sayısız bireysel başarıya imza attı. Oyunun oynayıcısı olmaktan çok yöneticisi oldu. Attığı her pas yönetme biçimin bir örneği, attığı her gol mimarlığının eseriydi. Rakip kaleye sadece serbest vuruş için yaklaşıp, onları da sonuçta gole çeviriyordu. Herkes futbolu bırakmasını beklerken o yine yanılttı. Kaptanlığını yaptığı Juventus ile arka arkaya dört şampiyonluğun ardından, futbol devi Real Madrid’i saf dışı bırakarak takımını Şampiyonlar Ligi finaline taşıdı.

Şimdi yola Amerika’da devam edecek. Ayağının tozuyla kafasında bir New York şapkasıyla soluğu beyzbol maçında aldı. Futbola sonradan ısınan Amerikalıların, bu karizmatik İtalyan’ı çok kısa sürede sahipleneceği aşikar. Gelecek ile ilgili bilinen tek planı ise asla antrenörlük yapmayacağı. Futbolu bırakınca ismi hangi takımlı olarak anılacak dersiniz? Milan’lı Pirlo mu, Juventus’lu Pirlo mu? Rakamlar Milan’dan yana ama ne fark eder ki, asistleri, frikikleri, futbol zekası ve karizması ile yeri doldurulması zor bir dahi, bir derviş.

Filmin başladığı yere Brescia’ya geri dönecek olursak, o zaman ki kulüp başkanı Gino Corioni aslında Pirlo’nun neden farklı olduğunu en iyi anlatabilecek adam:

“Bir gün çok yetenekli bir çocuk izledik, adı Andrea Pirlo’ydu. Babası ile konuşurken çocuk yanıma geldi ve bana ‘Ben dünyanın en iyi futbolcusuyum’ dedi. Ve gerçekten öyle çıktı.”