4 Eylül 2015 Cuma

No Pirlo No Party


Başbakan da diyen var, mimar da. Karizmatik olmak için Ronaldo gibi baklavaları yok belki ama sakalı var. İsmine yapılan tişörtleri var. Kitap serisi olabilecek kadar çok farklı fotoğrafları var: Pirlo tatilde, Pirlo şarap yapıyor, Pirlo Woody Allen izliyor, Pirlo evin bütün ışıklarını tek bir futbol topu ile kapatıyor, Pirlo kızlarla... Bugüne kadar çıktığı hiç bir stadyumda yuhalanmamış bu karizmatik adam şimdi de Avrupa kıtasına veda ediyor.


“Güzellik” nedir? Hiç şüphesiz bir çoğunuzun aklına önce  sarışın, esmer, kumral beğendiğiniz bir aktris gelir, ya da geçen gün yolda gördüğünüz hiç tanımadığınız bir kadın. Peki, kadınları bir kenara bırakıp, futbol başlığı içinde “güzellik” nedir diye tekrar sorsam size? Yüzyıllardır güzellik kavramı felsefecilerin tartışma konusu olmuştur. Bugüne kadar yapılan tanımlamalar içinde doğruya en yakın cevabı Tolstoy vermiş:

“Güzellik, bizde herhangi bir arzu uyandırmadan, bize zevk/haz veren şeydir.”

Şimdi bu tanımı yeşil sahalara çevirdiğimizde, bir sürü farklı cevap gelecektir. Messi, Ronaldo, Iniesta. Liste uzar gider. Mekanikleşen futbol dünyasında bütün bu isimler iyi oyun sergiliyorlar, şüphe yok. Ama o kalabalık listede yalnızlaşan ve az kalmış sanatçılardan öyle bir isim var ki, işte ona belki de futbolun Da Vinci’si demek gerekir. Başbakan, mimar, maestro nam-ı diğer Andrea Pirlo.

Brescia’da, İtalya futbolunun tam göbeğinde, futbolu “10 numara”ların yönettiği bir düzende doğdu. Erkek kardeşi ile birlikte Brescia alt yapısında futbola başladı. Sonraları biri alt liglerde yola devam ederken, Pirlo milli formayı da kapıp, U15, U18, U21 milli takımlarında kaptanlık yapacaktı. Aslında Brescia Pirlo için sadece bir basamaktı. Ondaki yeteneği ilk, bize çok tanıdık bir isim Mircea Lucescu keşfetti. İtalya’da “catenaccio” yani asma kilit diye bilinen defansif futbol anlayışının hakim olduğu bir düzende, oyun kurabilen ve oyunu her iki yönde oynayabilen oyuncular bir de gençse altın değerindedir. Bunu çok iyi bilen Lucescu, bu altın genci henüz 18 yaşındayken Inter’e transfer etti.



Deep Lying Midfielder

Ancak Inter bulduğu cevherin kıymetini bilemedi. O sezon ligde kötü gidişin faturası Pirlo’ya kesildi ve 22 maçın ardından eski takımına geri kiralandı. Aslında kariyerinin dönüm noktası da ondan sonra başladı. O dönem Roberto Baggio da Brescia’da oynuyordu. Antrenör Carlo Mazzone, Pirlo’ya 5 numaralı formayı verdi. Ondan tek isteği defanstan topu alıp takımın hücumuna yön vermesiydi. O dönem Dario Hubner en önde, 10 numarada ise Roberto Baggio’yu oynatıyordu. O sezon geri kalan maçlarda hiç mağlubiyet görmeden ligde kalmayı başardılar. 2001 yılında Pep Guardiola’nın da yolu Brescia’dan geçti. Bugünün başarılı teknik adamı, İtalya’ya veda ederken o günlerde Pirlo için şunları söylemişti:

“Çağımızın neredeyse bütün orta sahalarının endişesi savunma. Benim gibi oyunun her iki yönünü de oynamaya çalışan futbolcuların soyu tükeniyor. 20 yıl önce benim tarzımda pek çok futbolcuyu görebilirdiniz. Ben bugün baktığımda sadece Pirlo’yu görüyorum.

2000 U21 Avrupa Şampiyonası’nda İtalyan Milli Takımı’nın kaptanı olan Pirlo, turnuvanın hem “En Değerli Futbolcusu” seçilip hem de gol kralı olunca, Cesare Maldini’nin dikkatini çekti. Elindeki cevherin kıymetini bilemeyen Inter, Pirlo’yu ezeli rakibine kaybederken, taraftarların ise her maçta ah’lar vah’lar çekeceği günler başlıyordu. Carlo Ancelotti ile kendini bulan Pirlo, Milan’da Rui Costa (daha sonra yerine Kaka gelecekti), Gattuso, Seedorf ile voltran oluşturdukları orta sahanın beyni oldu. Ligin en çok, en isabetli pas yapan, en çok topla oynayan oyuncusuydu. Gattuso onun için şöyle diyor:

“Bazen Andrea’nın topla neler yapabildiğini izlediğimde, profesyonel futbolcu olabilecek kadar iyi olup olmadığımı sorguluyorum.”

Milan’da geçirdiği ilk üç sezonda Serie A, İtalya Kupası ve Şampiyonlar Ligi şampiyonluklarını tattı. Ancak yine de ligde Milan’ın başedemediği kuvvetli bir Juventus rüzgarı vardı. Gerçi o rüzgarın sonradan “Calciopoli” rüzgarı olduğu anlaşılacaktı. Takvimler 2005 yılını gösterdiğinde İstanbul tarihin en çok konuşulacak Şampiyonlar Ligi finaline ev sahipliği yapıyordu.



İstanbul’da futbolu bırakmak istedim

İlk yarıyı 3-0 önde kapatan Milan, ikinci yarıda ne olduğunu anlamadan üç gol yiyip, penaltılarda kupayı Liverpool’a kaybetmişti. O gün penaltıyı kaçıranlardan biri de Pirlo’ydu. O geceyi sonradan yazdığı “Düşünüyorum öyleyse oynayabilirim” isimli biyografisinde şöyle anlatıyor:

“O mağlubiyetten sonra hiç bir şey mantıklı gelmemeye başladı. Soyunma odasında bir grup gerizekalı gibi oturduk. Konuşamıyorduk, hareket edemiyorduk. Üstünden saatler geçtikten sonra yaralar daha da belirginleşti. Uykusuzluk, öfke, depresyon, hiçlik duygusu. Bir çok semptom içeren yeni bir illet yaratmıştık: İstanbul sendromu. Artık bir futbolcu gibi hissetmiyordum. Bir anda futbol en önemsiz şey haline gelmişti, muhtemelen aslında en önemli şey olduğu için. Acı verici bir tezat. Futbolu bırakmayı bile düşündüm. Artık her gece yatağa Jerzy Dudek ve Liverpoollu takım arkadaşlarıyla gider olmuştum. O maçı bir daha asla izlemedim.

Bu histen halen tamamıyla kurtulabilmiş değilim. Bir pası berbat etsem suçlusunu o günlerden kalma travmatik etki olarak görüyorum. Birileri Milanello’nun duvarlarındaki şampiyonluk fotoğraflarının yanına siyah kurdeleler asıp o maçı ölümsüzleştirmemizi, böylece gençlere yenilmezlik hissine kapılmanın nasıl aldatacağı bir maske olduğunu hatırlatmamızı önermişti. Çok utanç verici ama bugüne kadar ki diğer tüm başarıların önemini de arttırdığı maalesef bir gerçek.”

2006 yılında Almanya’da düzenlenen Dünya Kupası Pirlo’yu kendine getirdi. Yaşlı denilen İtalya kupayı Pirlo'nun efsane futboluyla evine götürüyordu. Bir yıl sonra Şampiyonlar Ligi finalinde iki eski düşman Milan ve Liverpool yine karşılaştı. İstanbul sendromuna son vermek için tek çareydi. Milan imzayı “intikam soğuk yenen bir yemektir” diyerek attı.

Ancelotti, Chelsea’yi çalıştırmaya başladığında Pirlo’nun da kendisine katılmasını çok istedi. Aslında Pirlo’nun da gönlü bu evlilikten yanaydı. Ancak istediği şeyleri almak için her zaman bir yolunu bulan Berlusconi bu transferin önünü kesti. O dönem Real Madrid ‘de oynayan Huntelaar’ı aldıklarını, takımda standartı belirleyen adamın Pirlo olduğunu, takımın sembolü olduğunu ve bırakıp gitmemesi gerektiğini anlattı. Berlusconi bu, işini sağlama alır. Bir yandan da Chelsea’den karşılayamayacakları bir transfer bedeli ve Ivanovic’i istediler. Sonuçta Pirlo kaldı. Ancak iki sene sonra aynı Milan bir gençleştirme operasyonu ile ilk neşteri Pirlo’ya vurur.  Yeni gelen teknik direktör Massimiliano Allegri, Mark van Bommel’i transfer edip Pirlo’nun bölgesinde oynatmaya başlamıştır bile. Sonraları Berlusconi onun ayrılışı için şöyle diyecekti:

“Onun vedası hala içimi yakıyor. Hocasıyla iyi ilişkiler kuramadığı için ayrıldı, oysa biz onu asla bırakmak istemiyorduk.”

Politikanın yarısı aslında iyi yalan söyleyebilme sanatıdır. Berlusconi de bunu çok iyi yapabilen politikacılardan biri olduğunu kanıtlıyordu. Çünkü Pirlo’nun ayrılık sebebi, hocasıyla anlaşamamak değil, önüne koyulan çok komik bir sözleşme bedeliydi.

Pirlo 2011 yazında, Calciopoli skandalının izlerini üzerinden silmeye çalışan Juventus’un yolunu tuttu. Vidal, Del Piero, Buffon, Chiellini ve Pirlo kulübü yeniden ayağa kaldırmaya niyetliydi. İtalyan futbolu artık yeni virtüözünü yaratmış, kaliteli serbest vuruşları, baş döndürücü tekniğiyle Pirlo’nun önderliğinde Juventus savunmada sert, hücumda yaratıcı bir oyun oynamaya başlamıştı. 2012 Avrupa Şampiyonası’nda bir kez daha en değerli oyuncu seçildi. İngiltere maçında attığı Panenka penaltısı onunla bir kez daha doğdu. O ise yine mütevaziliği elden bırakmayıp, müthiş penaltının ardından mikrofonlara şöyle demişti:

“Maçın ardından bir çok uzman o vuruş hakkında fikir belirtti; intikam alma arzusu, maçlardan önce özel çalışmasını yaptığım bir şey vs. Böylesine ekstrem bir şeyi önceden planlayabilir misiniz? Eğer cevabınız evetse ya Totti, ya bir kahin, ya da bir aptalsınızdır.” 

Topa hakimiyeti, kusursuz saha görüşü, mesafe tanımadan kaleyi bulan sert şutları, Pirlo’yu klasik bir 10 numaradan çok farklı bir noktaya taşıdı. Orta sahaların fizikli, sert ve yatarak müdahalelerde başarılı olması gerekmediğini ispatladı.  O aslında hep aynı futbolu oynadı. Yirmi yıla yaklaşan kariyerinde, 6 İtalya şampiyonluğu, 2 Şampiyonlar Ligi, 2 Süper Kupa, 1 Dünya Kulüpler Şampiyonluğu, 1 Dünya Şampiyonluğu ve sayısız bireysel başarıya imza attı. Oyunun oynayıcısı olmaktan çok yöneticisi oldu. Attığı her pas yönetme biçimin bir örneği, attığı her gol mimarlığının eseriydi. Rakip kaleye sadece serbest vuruş için yaklaşıp, onları da sonuçta gole çeviriyordu. Herkes futbolu bırakmasını beklerken o yine yanılttı. Kaptanlığını yaptığı Juventus ile arka arkaya dört şampiyonluğun ardından, futbol devi Real Madrid’i saf dışı bırakarak takımını Şampiyonlar Ligi finaline taşıdı.

Şimdi yola Amerika’da devam edecek. Ayağının tozuyla kafasında bir New York şapkasıyla soluğu beyzbol maçında aldı. Futbola sonradan ısınan Amerikalıların, bu karizmatik İtalyan’ı çok kısa sürede sahipleneceği aşikar. Gelecek ile ilgili bilinen tek planı ise asla antrenörlük yapmayacağı. Futbolu bırakınca ismi hangi takımlı olarak anılacak dersiniz? Milan’lı Pirlo mu, Juventus’lu Pirlo mu? Rakamlar Milan’dan yana ama ne fark eder ki, asistleri, frikikleri, futbol zekası ve karizması ile yeri doldurulması zor bir dahi, bir derviş.

Filmin başladığı yere Brescia’ya geri dönecek olursak, o zaman ki kulüp başkanı Gino Corioni aslında Pirlo’nun neden farklı olduğunu en iyi anlatabilecek adam:

“Bir gün çok yetenekli bir çocuk izledik, adı Andrea Pirlo’ydu. Babası ile konuşurken çocuk yanıma geldi ve bana ‘Ben dünyanın en iyi futbolcusuyum’ dedi. Ve gerçekten öyle çıktı.”


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder