Başbakan da diyen var, mimar da. Karizmatik olmak için Ronaldo gibi
baklavaları yok belki ama sakalı var. İsmine yapılan tişörtleri var. Kitap
serisi olabilecek kadar çok farklı fotoğrafları var: Pirlo tatilde, Pirlo şarap
yapıyor, Pirlo Woody Allen izliyor, Pirlo evin bütün ışıklarını tek bir futbol
topu ile kapatıyor, Pirlo kızlarla... Bugüne kadar çıktığı hiç bir stadyumda
yuhalanmamış bu karizmatik adam şimdi de Avrupa kıtasına veda ediyor.
“Güzellik” nedir? Hiç şüphesiz bir
çoğunuzun aklına önce sarışın, esmer,
kumral beğendiğiniz bir aktris gelir, ya da geçen gün yolda gördüğünüz hiç
tanımadığınız bir kadın. Peki, kadınları bir kenara bırakıp, futbol başlığı
içinde “güzellik” nedir diye tekrar sorsam size? Yüzyıllardır güzellik kavramı
felsefecilerin tartışma konusu olmuştur. Bugüne kadar yapılan tanımlamalar
içinde doğruya en yakın cevabı Tolstoy vermiş:
“Güzellik, bizde herhangi bir arzu
uyandırmadan, bize zevk/haz veren şeydir.”
Şimdi bu tanımı yeşil sahalara
çevirdiğimizde, bir sürü farklı cevap gelecektir. Messi, Ronaldo, Iniesta.
Liste uzar gider. Mekanikleşen futbol dünyasında bütün bu isimler iyi oyun
sergiliyorlar, şüphe yok. Ama o kalabalık listede yalnızlaşan ve az kalmış
sanatçılardan öyle bir isim var ki, işte ona belki de futbolun Da Vinci’si
demek gerekir. Başbakan, mimar, maestro nam-ı diğer Andrea Pirlo.
Brescia’da, İtalya futbolunun tam
göbeğinde, futbolu “10 numara”ların yönettiği bir düzende doğdu. Erkek kardeşi
ile birlikte Brescia alt yapısında futbola başladı. Sonraları biri alt liglerde
yola devam ederken, Pirlo milli formayı da kapıp, U15, U18, U21 milli
takımlarında kaptanlık yapacaktı. Aslında Brescia Pirlo için sadece bir
basamaktı. Ondaki yeteneği ilk, bize çok tanıdık bir isim Mircea Lucescu
keşfetti. İtalya’da “catenaccio” yani asma kilit diye bilinen defansif futbol
anlayışının hakim olduğu bir düzende, oyun kurabilen ve oyunu her iki yönde
oynayabilen oyuncular bir de gençse altın değerindedir. Bunu çok iyi bilen
Lucescu, bu altın genci henüz 18 yaşındayken Inter’e transfer etti.
Deep Lying Midfielder
Ancak Inter bulduğu cevherin kıymetini
bilemedi. O sezon ligde kötü gidişin faturası Pirlo’ya kesildi ve 22 maçın
ardından eski takımına geri kiralandı. Aslında kariyerinin dönüm noktası da
ondan sonra başladı. O dönem Roberto Baggio da Brescia’da oynuyordu. Antrenör
Carlo Mazzone, Pirlo’ya 5 numaralı formayı verdi. Ondan tek isteği defanstan
topu alıp takımın hücumuna yön vermesiydi. O dönem Dario Hubner en önde, 10
numarada ise Roberto Baggio’yu oynatıyordu. O sezon geri kalan maçlarda hiç
mağlubiyet görmeden ligde kalmayı başardılar. 2001 yılında Pep Guardiola’nın da
yolu Brescia’dan geçti. Bugünün başarılı teknik adamı, İtalya’ya veda ederken o
günlerde Pirlo için şunları söylemişti:
“Çağımızın neredeyse bütün orta sahalarının endişesi
savunma. Benim gibi oyunun her iki yönünü de oynamaya çalışan futbolcuların
soyu tükeniyor. 20 yıl önce benim tarzımda pek çok futbolcuyu
görebilirdiniz. Ben bugün
baktığımda sadece Pirlo’yu görüyorum.”
2000 U21 Avrupa
Şampiyonası’nda İtalyan Milli Takımı’nın kaptanı olan Pirlo, turnuvanın hem “En
Değerli Futbolcusu” seçilip hem de gol kralı olunca, Cesare Maldini’nin
dikkatini çekti. Elindeki cevherin kıymetini bilemeyen Inter, Pirlo’yu ezeli
rakibine kaybederken, taraftarların ise her maçta ah’lar vah’lar çekeceği günler
başlıyordu. Carlo Ancelotti ile kendini bulan Pirlo, Milan’da Rui Costa (daha
sonra yerine Kaka gelecekti), Gattuso, Seedorf ile voltran oluşturdukları orta
sahanın beyni oldu. Ligin en çok, en isabetli pas yapan, en çok topla oynayan
oyuncusuydu. Gattuso onun için şöyle diyor:
“Bazen Andrea’nın topla neler yapabildiğini izlediğimde,
profesyonel futbolcu olabilecek kadar iyi olup olmadığımı sorguluyorum.”
Milan’da geçirdiği ilk üç
sezonda Serie A, İtalya Kupası ve Şampiyonlar Ligi şampiyonluklarını
tattı. Ancak yine de ligde Milan’ın başedemediği kuvvetli bir Juventus rüzgarı
vardı. Gerçi o rüzgarın sonradan “Calciopoli”
rüzgarı olduğu anlaşılacaktı. Takvimler 2005 yılını gösterdiğinde İstanbul
tarihin en çok konuşulacak Şampiyonlar Ligi finaline ev sahipliği yapıyordu.
İstanbul’da futbolu bırakmak istedim
İlk yarıyı 3-0 önde
kapatan Milan, ikinci yarıda ne olduğunu anlamadan üç gol yiyip, penaltılarda
kupayı Liverpool’a kaybetmişti. O gün penaltıyı kaçıranlardan biri de
Pirlo’ydu. O geceyi sonradan yazdığı “Düşünüyorum
öyleyse oynayabilirim” isimli biyografisinde şöyle anlatıyor:
“O mağlubiyetten sonra hiç bir şey mantıklı gelmemeye
başladı. Soyunma odasında bir grup gerizekalı gibi oturduk. Konuşamıyorduk,
hareket edemiyorduk. Üstünden saatler geçtikten sonra yaralar daha da
belirginleşti. Uykusuzluk, öfke, depresyon, hiçlik duygusu. Bir çok semptom
içeren yeni bir illet yaratmıştık: İstanbul sendromu. Artık bir futbolcu gibi
hissetmiyordum. Bir anda futbol en önemsiz şey haline gelmişti, muhtemelen
aslında en önemli şey olduğu için. Acı verici bir tezat. Futbolu bırakmayı bile
düşündüm. Artık her gece yatağa Jerzy Dudek ve Liverpoollu takım arkadaşlarıyla
gider olmuştum. O maçı bir daha asla izlemedim.
Bu histen halen tamamıyla kurtulabilmiş değilim. Bir pası
berbat etsem suçlusunu o günlerden kalma travmatik etki olarak görüyorum.
Birileri Milanello’nun duvarlarındaki şampiyonluk fotoğraflarının yanına siyah
kurdeleler asıp o maçı ölümsüzleştirmemizi, böylece gençlere yenilmezlik
hissine kapılmanın nasıl aldatacağı bir maske olduğunu hatırlatmamızı
önermişti. Çok utanç verici ama bugüne kadar ki diğer tüm başarıların önemini
de arttırdığı maalesef bir gerçek.”
2006 yılında Almanya’da
düzenlenen Dünya Kupası Pirlo’yu kendine getirdi. Yaşlı denilen İtalya kupayı
Pirlo'nun efsane futboluyla evine götürüyordu. Bir yıl sonra
Şampiyonlar Ligi finalinde iki eski düşman Milan ve Liverpool yine karşılaştı.
İstanbul sendromuna son vermek için tek çareydi. Milan imzayı “intikam soğuk
yenen bir yemektir” diyerek attı.
Ancelotti, Chelsea’yi çalıştırmaya
başladığında Pirlo’nun da kendisine katılmasını çok istedi. Aslında Pirlo’nun
da gönlü bu evlilikten yanaydı. Ancak istediği şeyleri almak için her zaman bir
yolunu bulan Berlusconi bu transferin önünü kesti. O dönem Real Madrid ‘de
oynayan Huntelaar’ı aldıklarını, takımda standartı belirleyen adamın Pirlo
olduğunu, takımın sembolü olduğunu ve bırakıp gitmemesi gerektiğini anlattı.
Berlusconi bu, işini sağlama alır. Bir yandan da Chelsea’den
karşılayamayacakları bir transfer bedeli ve Ivanovic’i istediler. Sonuçta Pirlo
kaldı. Ancak iki sene sonra aynı Milan bir gençleştirme operasyonu ile ilk
neşteri Pirlo’ya vurur. Yeni gelen teknik
direktör Massimiliano Allegri, Mark van Bommel’i transfer edip Pirlo’nun
bölgesinde oynatmaya başlamıştır bile. Sonraları Berlusconi onun ayrılışı için
şöyle diyecekti:
“Onun
vedası hala içimi yakıyor. Hocasıyla iyi ilişkiler kuramadığı için ayrıldı,
oysa biz onu asla bırakmak istemiyorduk.”
Politikanın yarısı aslında iyi yalan
söyleyebilme sanatıdır. Berlusconi de bunu çok iyi yapabilen politikacılardan
biri olduğunu kanıtlıyordu. Çünkü Pirlo’nun ayrılık sebebi, hocasıyla
anlaşamamak değil, önüne koyulan çok komik bir sözleşme bedeliydi.
Pirlo 2011 yazında,
Calciopoli skandalının izlerini üzerinden silmeye çalışan Juventus’un yolunu
tuttu. Vidal, Del Piero, Buffon, Chiellini ve Pirlo kulübü yeniden ayağa
kaldırmaya niyetliydi. İtalyan futbolu artık yeni virtüözünü yaratmış, kaliteli
serbest vuruşları, baş döndürücü tekniğiyle Pirlo’nun önderliğinde Juventus
savunmada sert, hücumda yaratıcı bir oyun oynamaya başlamıştı. 2012 Avrupa
Şampiyonası’nda bir kez daha en değerli oyuncu seçildi. İngiltere maçında
attığı Panenka penaltısı onunla bir kez daha doğdu. O ise yine mütevaziliği
elden bırakmayıp, müthiş penaltının ardından mikrofonlara şöyle demişti:
“Maçın ardından bir çok
uzman o vuruş hakkında fikir belirtti; intikam alma arzusu, maçlardan önce özel
çalışmasını yaptığım bir şey vs. Böylesine ekstrem bir şeyi önceden
planlayabilir misiniz? Eğer cevabınız evetse ya Totti, ya bir kahin, ya da bir
aptalsınızdır.”
Topa hakimiyeti, kusursuz
saha görüşü, mesafe tanımadan kaleyi bulan sert şutları, Pirlo’yu klasik bir 10
numaradan çok farklı bir noktaya taşıdı. Orta sahaların fizikli, sert ve
yatarak müdahalelerde başarılı olması gerekmediğini ispatladı. O aslında hep aynı futbolu oynadı. Yirmi yıla
yaklaşan kariyerinde, 6 İtalya şampiyonluğu, 2 Şampiyonlar Ligi, 2 Süper Kupa,
1 Dünya Kulüpler Şampiyonluğu, 1 Dünya Şampiyonluğu ve sayısız bireysel
başarıya imza attı. Oyunun oynayıcısı olmaktan çok yöneticisi oldu. Attığı her
pas yönetme biçimin bir örneği, attığı her gol mimarlığının eseriydi. Rakip
kaleye sadece serbest vuruş için yaklaşıp, onları da sonuçta gole çeviriyordu.
Herkes futbolu bırakmasını beklerken o yine yanılttı. Kaptanlığını yaptığı
Juventus ile arka arkaya dört şampiyonluğun ardından, futbol devi Real Madrid’i
saf dışı bırakarak takımını Şampiyonlar Ligi finaline taşıdı.
Şimdi yola Amerika’da
devam edecek. Ayağının tozuyla kafasında bir New York şapkasıyla soluğu beyzbol
maçında aldı. Futbola sonradan ısınan Amerikalıların, bu karizmatik İtalyan’ı
çok kısa sürede sahipleneceği aşikar. Gelecek ile ilgili bilinen tek planı ise asla
antrenörlük yapmayacağı. Futbolu bırakınca ismi hangi takımlı olarak anılacak
dersiniz? Milan’lı Pirlo mu, Juventus’lu Pirlo mu? Rakamlar Milan’dan yana ama
ne fark eder ki, asistleri, frikikleri, futbol zekası ve karizması ile yeri
doldurulması zor bir dahi, bir derviş.
Filmin başladığı yere
Brescia’ya geri dönecek olursak, o zaman ki kulüp başkanı Gino Corioni aslında
Pirlo’nun neden farklı olduğunu en iyi anlatabilecek adam:
“Bir gün çok yetenekli bir çocuk izledik, adı Andrea
Pirlo’ydu. Babası ile konuşurken çocuk yanıma geldi ve bana ‘Ben dünyanın en
iyi futbolcusuyum’ dedi. Ve gerçekten öyle çıktı.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder