13 Haziran 2013 Perşembe

Araf

Gümüşsuyu’ndayız. Yokuş aşağı arka arkaya inen ambulanslar ve yüreğimizi delen siren sesleri. Yukarı çıkmak imkansız. Polis izin vermiyor. Yoğun bir gaz bulutu rüzgarın da etkisiyle her yana dağılmış. Hava her zamankinden daha karanlık, bir de sokak lambalarında elektrik yok.

Dolmabahçe’ye inip oradan Kazancı Yokuşu'na doğru gidiyorum. Yukarı çıkarken gaz kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlıyor. Tam köşede bir kaç genç var. Maskeleri boyunlarında, yukarıdan inmişler belli. Yanlarına gidiyorum. Kaldırımda, kafası kan içinde, bilinci yarı açık oturan arkadaşları ile göz göze geliyoruz. Gözleri korkuyla bakıyor. “Kalkın hastane şurada hemen götürelim,” diyorum. Bir kız “Olmaz. Hastanede kayıt alıp, fişliyorlarmış gidemeyiz,” diyor. Başka bir arkadaşı gazlı bez bulmaya gitmiş, bulamamış geliyor. Kaldırımda oturan -adı Keremmiş- hiç konuşmuyor, titriyor. Hepsi 18, bilemedin 20 yaşında. 

Kerem’in kafasına bakıyorum, yarılmış, hala kanıyor. Bir eşarpla bastırıp kanı durdurmaya çalışmışlar, nafile. Dikiş atılması lazım. Ama hastaneye gitmeye ikna edemiyorum. Kızlardan diğeri ağlıyor. Sürekli “Biz bir şey yapmadık ki,” diyor. “İstiklal'deydik, parka ulaşmaya çalışıyorduk.” Gazlı bez bulmaya giden, “Buraya da ineceklermiş, gidelim” deyip Kerem’i kaldırmaya çalışıyor ama kaldırımdaki arkadaşı artık pes etmiş, hastaneye gitmek istiyor. Sonunda Taksim İlk Yardım’a doğru gidiyoruz. Arada yukarıdan gaz bombası sesleri geliyor. Bir anlık heyecan yaşanıyor sokakta, sonra sokaktan biri “Panik yok, panik yok. Ses bombası,” diyor, tedirgin bir rahatlama oluyor hepimizde. Sokak kalabalık. Yol boyunca başka yaralılar da görüyoruz. Aramızdan bir kız ve çocuk hala hastaneye girmekten korkuyor, onlar ayrılıyor yanımızdan. Araları perde ile ayrılmış sedyelerden birinin olduğu tarafa geçiyoruz. Bir hastabakıcı kayıt almak için kimlik istiyor. Kerem’in yüzünde o an daha büyük bir korku oluşuyor. Adam anlıyor endişeyi, “Korkma. Fişleme falan yok. Bir yere vermeyeceğiz ismini,” diyor. Gazlı bez almaya giden arkadaşı “Benim babam avukat, çağırabilirim,” diyor. Hepsi tedirginler. Adam “Gerek yok,” diyor. Doktor geliyor. Dikiş atacak. Elimi Kerem’in kafasındaki eşarptan çekiyorum. Saçları renk değiştirmiş, bazı yerlerinde kan kurumuş, keçe gibi. “Acıyacak mı?” diye soruyor. Yüzünde de kan var Kerem’in, kafasından yanaklarına akmış. Alkollü bez ile siliyoruz. Dikiş atılırken arkadaşı elini tutuyor. Demin kayıt alan adamın yanına gidiyorum.

“Bunlar üniversite öğrencisi, kimlik bilgilerini bir yere vermiyorsunuz değil mi?”
“Korkmayın, hasta kayıtlarını bir yere vermiyoruz,” diyor.

Sonrası çok hızlı geçiyor. Kerem arbedede telefonunu düşürmüş, benim telefonumdan abisini arıyoruz. Almaya gelecekmiş.

Dışarıda, Firuzağa’da ve Kazancı Yokuşu’nda başka Keremler de var. O gece kaç genç gördüm, kaç farklı kan grubu değdi ellerime bilmiyorum. Hepsi de gencecik çocuklardı. Çok değil daha bir ay önce “şimdiki gençler” diye eleştirdiğimiz çocuklar. Eve dönerken aklıma Ferhan Şensoy’un kitabı geliyor. "Kazancı Yokuşu." Gümüşsuyu ve Cihangir’in arasına kara kedi gibi girmiş ama ne Cihangir’in havasına ne de Gümüşsuyu’nun havasına bürünmüş. Kazancı Yokuşu adeta bir “Araf” gibi bu iki yerin arasında kalmış der kitapta. Tıpkı Gezi Çocukları gibi. İyi ile kötüyü birbirinden ayıran o ince çizgide elele durup, birinin tesirinin diğerine geçmesine engel olan o çocuklar gibi.


Bugünleri yaşamamıza sebep olan herkese teşekkürler. Sayenizde umutla geleceğe bakmayı yeniden hatırladım. Bu sefer çocuk değildim, öğreten de annem değildi. Hiç tanımadığım insanlara sarılmayı, onlar için endişelenmeyi, inanmayı öğrendim. İşte bu yüzden, bu zulümü yaşamamıza sebep olan herkese çok teşekkür ederim ancak hakkımı helal etmem.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder