Gümüşsuyu’ndayız. Yokuş aşağı arka arkaya
inen ambulanslar ve yüreğimizi delen siren sesleri. Yukarı çıkmak imkansız.
Polis izin vermiyor. Yoğun bir gaz bulutu rüzgarın da etkisiyle her yana
dağılmış. Hava her zamankinden daha karanlık, bir de sokak lambalarında
elektrik yok.
Dolmabahçe’ye inip oradan Kazancı Yokuşu'na
doğru gidiyorum. Yukarı çıkarken gaz kendini iyiden iyiye hissettirmeye
başlıyor. Tam köşede bir kaç genç var. Maskeleri boyunlarında, yukarıdan
inmişler belli. Yanlarına gidiyorum. Kaldırımda, kafası kan içinde, bilinci
yarı açık oturan arkadaşları ile göz göze geliyoruz. Gözleri korkuyla bakıyor. “Kalkın
hastane şurada hemen götürelim,” diyorum. Bir kız “Olmaz. Hastanede kayıt alıp,
fişliyorlarmış gidemeyiz,” diyor. Başka bir arkadaşı gazlı bez bulmaya gitmiş, bulamamış geliyor. Kaldırımda oturan -adı Keremmiş- hiç konuşmuyor, titriyor. Hepsi 18,
bilemedin 20 yaşında.
Kerem’in kafasına bakıyorum, yarılmış,
hala kanıyor. Bir eşarpla bastırıp kanı durdurmaya çalışmışlar, nafile. Dikiş
atılması lazım. Ama hastaneye gitmeye ikna edemiyorum. Kızlardan diğeri ağlıyor. Sürekli “Biz bir
şey yapmadık ki,” diyor. “İstiklal'deydik, parka ulaşmaya çalışıyorduk.” Gazlı
bez bulmaya giden, “Buraya da ineceklermiş, gidelim” deyip Kerem’i kaldırmaya
çalışıyor ama kaldırımdaki arkadaşı artık pes etmiş, hastaneye gitmek istiyor.
Sonunda Taksim İlk Yardım’a doğru gidiyoruz. Arada yukarıdan gaz bombası
sesleri geliyor. Bir anlık heyecan yaşanıyor sokakta, sonra sokaktan biri “Panik yok,
panik yok. Ses bombası,” diyor, tedirgin bir rahatlama oluyor hepimizde. Sokak
kalabalık. Yol boyunca başka yaralılar da görüyoruz. Aramızdan bir kız ve çocuk
hala hastaneye girmekten korkuyor, onlar ayrılıyor yanımızdan. Araları perde ile ayrılmış sedyelerden birinin olduğu tarafa
geçiyoruz. Bir hastabakıcı kayıt almak için kimlik istiyor. Kerem’in yüzünde o
an daha büyük bir korku oluşuyor. Adam anlıyor endişeyi, “Korkma. Fişleme falan
yok. Bir yere vermeyeceğiz ismini,” diyor. Gazlı bez almaya giden arkadaşı
“Benim babam avukat, çağırabilirim,” diyor. Hepsi tedirginler. Adam “Gerek
yok,” diyor. Doktor geliyor. Dikiş atacak. Elimi Kerem’in kafasındaki eşarptan
çekiyorum. Saçları renk değiştirmiş, bazı yerlerinde kan kurumuş, keçe gibi.
“Acıyacak mı?” diye soruyor. Yüzünde de kan var Kerem’in, kafasından yanaklarına akmış.
Alkollü bez ile siliyoruz. Dikiş atılırken arkadaşı elini tutuyor. Demin kayıt
alan adamın yanına gidiyorum.
“Bunlar üniversite öğrencisi, kimlik
bilgilerini bir yere vermiyorsunuz değil mi?”
“Korkmayın, hasta kayıtlarını bir yere
vermiyoruz,” diyor.
Sonrası çok hızlı geçiyor. Kerem arbedede
telefonunu düşürmüş, benim telefonumdan abisini arıyoruz. Almaya gelecekmiş.
Dışarıda, Firuzağa’da ve Kazancı Yokuşu’nda
başka Keremler de var. O gece kaç genç gördüm, kaç farklı kan grubu değdi
ellerime bilmiyorum. Hepsi de gencecik çocuklardı. Çok değil daha bir ay önce
“şimdiki gençler” diye eleştirdiğimiz çocuklar. Eve dönerken aklıma Ferhan
Şensoy’un kitabı geliyor. "Kazancı Yokuşu." Gümüşsuyu ve Cihangir’in arasına kara
kedi gibi girmiş ama ne Cihangir’in havasına ne de Gümüşsuyu’nun havasına
bürünmüş. Kazancı Yokuşu adeta bir “Araf” gibi bu iki yerin arasında kalmış der
kitapta. Tıpkı Gezi Çocukları gibi. İyi ile kötüyü birbirinden ayıran o ince
çizgide elele durup, birinin tesirinin diğerine geçmesine engel olan o çocuklar
gibi.
Bugünleri yaşamamıza sebep olan herkese
teşekkürler. Sayenizde umutla geleceğe bakmayı yeniden hatırladım. Bu sefer
çocuk değildim, öğreten de annem değildi. Hiç tanımadığım insanlara sarılmayı, onlar
için endişelenmeyi, inanmayı öğrendim. İşte bu yüzden, bu zulümü yaşamamıza
sebep olan herkese çok teşekkür ederim ancak hakkımı helal etmem.