Dünyanın en büyük sanat endüstrilerinden
biri hiç şüphesiz sinema. Ve yine dünyanın kitleleri en fazla peşinden sürükleyen
spor dalı ise futbol. Oldum olası sinema eleştirmenliği ile futbol yazarlığını
birbirine benzetmişimdir. Sinema eleştirmeni olmak için yönetmenlik ya da
oyunculuk tecrübeniz olması gerekmiyor. Ne kadar farklı kültürlerden, ne kadar
farklı yönetmen ve sinema ekollerinden film izlemiş, araştırmış,
incelemişseniz, eleştiri derinliğiniz o kadar alkış toplar. Zaman içerisinde
teknik bilgi olarak da sinemanın arka planına hakim olursanız, işte o zaman tam
anlamıyla bir eleştirmen olabilirsiniz. Futbol yazarlığı da böyledir. İlla
futbolcu ya da teknik adam olmanız gerekmez. Ne kadar farklı ligden futbol maçı
izlemiş, futbolcu araştırmış, teknik direktör incelemişseniz, yorum yapabilmek
adına dağarcığınız o kadar genişler. Buna bir de oyunun teknik bilgi kısmını
eklerseniz, yaptığınız yorumlar o zaman takdir görür.
Dünya üzerinde böylesine büyük çekim
gücüne sahip bir ikilinin buluşmaması da beklenemezdi. Futbol dünyası sinemanın
evlenme teklifine “Evet” diyeli uzun yıllar oluyor. Bu beraberliğinin en güzel
meyvesi hiç şüphesiz başrollerini Pele, Sylvester Stallone ve Michael Caine’in
oynadıkları “Zafere Kaçış” filmidir.
2.Dünya Savaşı sırasında Alman Esir
Kampı’nda tutulan bir grup futbolcu, karma bir kadroyla Alman Milli Takımı
karşısına çıkacaktır. Pele, Bobby Moore, Ardiles beyaz perdede arz-ı endam eder.
Devre arasında soyunma odasındaki havuzun dibinden bir tünel kazıp kaçmak için
bu maçı bir fırsat olarak görürler. İlk yarı 4-0 mağlup olan ekip soyunma
odasına gelir, tünel kazılır. Başta Sylvester Stallone olmak üzere futbolcular
tünele yönelirken, filmin en vurucu cümlesi gelir: “Şimdi gidersek herkes kaçtığımızı düşünecek.”
Kahramanlar maçı kazanmak uğruna
özgürlükten vazgeçer. Tekrar sahaya çıkarlar ve golleri arka arkaya sıralamaya
başlarlar. Filmde Pele’nin kırık kolla attığı röveşata golü bugün halen
internette en çok izlenen goller arasında. Tutsaklardan kurulu takımın 5-4 öne
geçtiği son dakikalarda, Alman Milli Takımı haksız bir penaltı kazanır. Kaleci
Sylvester Stallone o sahnenin çekimleri sırasında penaltı çıkarmayı öğrenmek
için Pele ile çalışmış ve Pele’nin sert şutlarından birini yumruklamak isterken
parmağını kırmış. Filmin sonu mu? Belki hala izlememiş olanlar vardır, onlar
için burada üç nokta koyalım.
Her yıl Şubat ayında Oscar ödülleri
sahibini bulurken, Mart ayı ise futbol filmleri sevenler için önemli bir ay. 12-15
Mart tarihleri arasında Barselona’da düzenlenecek Futbol Filmleri Festivali,
meraklılarına aylar öncesinden uçak rezervasyonu yaptırır. Bu yıl ki festivalin
adı “OffsideFest.” Gelin şimdi festival filmlerine yakından bakalım.
UNO / La historia de un gol – BİR / Bir gol hikayesi
Bir ülkenin politik, sportif ve sosyal
gerçeklerini ortaya koyan belgesel tadında bir film ile açılıyor festival. El
Salvador Dünya Kupası oynayan ilk Orta Amerika ülkesiydi. Meksika 70’e
gidebilmek uğruna zorlu bir grup elemesi geçirip komşusu Honduras’ı eleyince,
iki ülke arasında zaten devam eden gerginlikler tırmanmış ve savaş çıkmıştı.
İspanya 82 Dünya Kupası ise adeta Honduras’ın ahının çıktığı bir turnuva
olmuştu El Salvador için. Kötü geçen turnuvada, Macaristan ile karşılaşan El
Salvador dünya kupası tarihin en farklı mağlubiyetini almıştır, 10-1. Kalesinde
10 gol gören El Salvador kalecisi, turnuva sonunda ülkesine dönünce silahlı
tehditler almış, evinin camları kırılmış, vatan haini ilan edilmiştir. UNO, El
Salvador’un Dünya Kupası hikayesini anlatan bir film olmuş. Latin Amerika’da
futbol ve siyaset arasındaki belirsiz çizgiyi anlamak için iyi bir tercih
olabilir.
L’Ultim Partit – Son oyun
Film Johan Cruyff’un Barcelona’ya ilk imza
atışının 40. yılı şerefine hazırlanmış. Cruyff hareketinin Katalan futboluna ve
kültürüne etkisi oldukça güzel anlatılmış olan filmde, bir çok tanıdık yüz de
var. Pep Guardiola, Vicente del Bosque, Xavi Hernandez, Bojan Krkic, ünlü şef
Ferran Adria, efsane tenor Jossep Carreras gibi isimler film boyunca ara ara
Johan Cruyff ile ilgili anılarını anlatıyor. Özellikle Barcelona sempatizanları
için tavsiye edilebilir.
Sons of Ben – Ben’in çocukları
Film Amerika kıtasından festivale katılıyor.
2007 yılında henüz Philadelphia’nın bir futbol takımı yoktur. Bir grup
Philadelphia’lı futbol fanatiği, olmayan bir takım için taraftar kulübü
kurarlar. Adına da Benjamin Franklin’den yola çıkarak, Ben’in Çocukları derler.
Tek bir amaçları vardır, profesyonel futbolu şehre getirmek. Onların bu tutku
dolu macerası çok kısa sürede tüm Philadelphia’da etkisini hissettirecektir.
Amerika her ne kadar sinema endüstrisinde zirvede oturuyor olsa da, konu
futbolu filme taşımak olunca pek de başarılı oldukları söylenemez. Festivalin
en zayıf filmi diyebiliriz.
Next goal wins – Atan kazanır
Film Amerika Samoa takımının hikayesini
anlatıyor. 17 yıl boyunca FIFA tarafından en düşük puan sırasında bulunan, hiç
maç kazanamamış bir takım Samoa. Hollandalı teknik adam Thomas Rongen takımı
2014 Dünya Kupası elemeleri seviyesine taşımayı kafasına koyar. Gençliğinde
George Best, Johan Cruyff gibi büyük isimlerle futbol oynamış olan Rongen,
Pasifik adalarındaki bu takımda kendisini neyin beklediğini gidince
anlayacaktır. Yine de pes etmeyen teknik adam, işe kaleci Nicky Salapu’yu
yeniden kazanarak başlar. Nicky tek maçta yediği 31 golden topa dokunmaya bile
korkar haldedir. Bu kadar da değil, takımda maçlara çıkmadan önce saatlerce
saçlarını yapmak için uğraşan bir oyuncu vardır ki, uluslararası seviyede
mücadele edecek olan ilk transseksüel futbolcu olarak tarihe geçer. Kaybedecek
hiç bir şeyi zaten olmayanların tek bir maç kazanmak için ortaya koydukları
mücadele. Sinema eleştirmenleri tarafından oldukça yüksek puanlar alan eğlenceli
bir film.
El Otro Maradona – Diğer Maradona
Futbol sanattır, futbol oynayan bacaklar
sanattır. Sahanın içini en güzel renklere boyamak için, Arjantinli futbolcular
bacaklarını fırça gibi kullanır. İki çocuk, ikisi de futbola aşık, aynı topun
peşinden koşan iki arkadaş. Birinin adı Goyo Carizzo, diğerininki ise Diego
Armando Maradona. Bu sefer film farklı olarak bize Maradona’nın değil, öteki
adam Carizzo’nun hikayesini anlatıyor. Kaçırdığı tek bir vuruş bütün hayatını
değiştiren, adı “Maradona’nın arkadaşıydı” olmaktan öteye gidemeyen bir adamın
öyküsü.
Coach Zoran and his African Tigers – Antrenör Zoran ve Afrikalı kaplanları
50 yıl süren iç karışıklık sonunda
Afrika’nın en büyük sivil savaşı sona ermişti. Şimdi yeni bir ulus kurma
zamanıydı. Bu film Güney Sudan’ın ilk futbol kulübünün ve onlara kazanmayı
öğretecek teknik direktör Zoran’ın hikayesi. Film “Eğer kazanırsanız herkes
size saygı duyar, kaybederseniz evde çocuklarınızdan bile saygı göremezsiniz,”
diye başlıyor. Anlaşılan o ki, bu yıl festival kahraman teknik adamlara ve
kaybeden futbolculara adanmış.
Mundial: The highest stakes – Dünya Kupası: En büyük kazık
Polonya hiç bir zaman tam anlamıyla futbol
ülkesi olmadı ama İspanya’daki 82 Dünya Kupası onlar için daha farklıydı. Ordu
hükümete el koymuştu, genel bir grev tehdidi ülkede hakimdi. Sokaklarda
askerler dolaşıyordu ve her şeye sansür uygulanıyordu. Karanlık günler geçiren
halk için tek umut ışığı televizyon ekranlarından izledikleri Polonya Milli
Takımı’ydı. Bu yüzden 82 Dünya Kupası’na Polonyalıların “Askeri yasa altındaki en iyi TV dizisi” takma adını vermiş
olmalarına şaşırmamak lazım. Boniek ve Smolarek her gol attığında ve Mlynarczyk
kalesinde her top çıkardığında Polonya’da insanlar hayatın acı yüzünden biraz
daha uzaklaşıyordu.
İstanbul United
İçinden futbol geçen bir festivalde
Türkiye ve futbola dair bir film olmaması düşünülemezdi. Galatasaray, Beşiktaş
ve Fenerbahçe taraftarlarını, aralarındaki rekabeti ve tribün kültürlerini
anlatan belgesel tadındaki film, üç rakip kulüp taraftarının Gezi olayları
sırasındaki dayanışmasına uzanıyor. Festivaldeki her film gibi biraz siyasi,
biraz sportif, biraz da sosyolojik bakış açısı içeren filmin yönetmeni ise iki
Alman arkadaş.
Zero a zero – Sıfır Sıfır
Festivalin belki de en güzel filmi. Her
yıldız futbolcu bir zamanlar çocuktu ve mahallede arkadaşları ile top peşinde
koşuyordu. Büyük kulüpler onun peşinden koşarken, çocukluk arkadaşları onu kimi
zaman kıskançlık kimi zaman gururla izlediler. Bu büyük yıldızların hayat
hikayelerini en ince detaylarına kadar biliyoruz, mahallelerin arasına sıkışmış
kalmış çocukluk arkadaşlarına ne oldu? “Sıfır Sıfır”, Francesco Totti’nin üç
arkadaşının hikayesi. Danile Rossi, Totti’nin forvetteki arkadaşıydı. Andrea
Capponi’nin Roma’nın gelecek kalecisi olacağı söyleniyordu. Marco Caterini ise
İtalya 16 yaş altı milli takımında Buffon’un önünde kaleyi koruyan isimdi. Hayat
bu üçlüye Totti’ye gösterdiği yüzünü göstermedi. 2012 yapımı olan ve İtalya’da
bir çok ödül alan bu film, kazananın değil kaybedenlerin hikayesi. İşte bu
yüzden filmde Totti’yi hiç göremiyorsunuz.
Burada yazdıklarım festival filmlerinin
sadece bir kısmı. Ama bir gerçek var ki, futbol ve sinema evliliğinden doğan
güzel film sayısı oldukça az. Yönetmenlerin futbola uzaklığından mı, konuların
kısırlığından mı bilinmez; bugüne kadar çekilen filmlerin büyük kısmı kahraman
teknik adam, kaybeden uluslar, Afrika’nın çorak topraklarından çıkan gizli
kahramanlar ya da Latin Amerika’nın dans eden futbolcularından öteye gidemedi.
Konu içinden futbol geçen bir film çekmek olunca senaristler klişelerin arasına
sıkışıp kalıyor. Belki sinema temellerine bağlı kalma endişesi, belki gişe
kaygısı, belki sanat yaratma çabası bilinmez ama; bir kaç istisna hariç çoğu
film vasatı aşamıyor.
Bütün bu klişelerin uzağında hayatı ve
içindeki futbolu en iyi anlatan film, ne sinema zirvesi Hollywood’dan, ne de
gelişmiş futbolun kıtası Avrupa’dan çıktı. 2000 yılında Serdar Akar’ın
yönetmenliğini, Fahir Atakoğlu’nun ise müziklerini yaptığı “Dar Alanda Kısa
Paslaşmalar,” futbol insanlarını gerçek yaşam içinde en iyi anlatan filmdir
bence. Akar’ın filminde arkadaşlık, ihanet, ümit, hayal kırıklığı, göz yaşı,
aşk, kısacası hayata dair her şey vardır.
Mahalle futbolunun tüm izlerini en
gerçekçi şekilde taşıyan, bazen kazanmak için, bazen platonik aşkı için
oynayanların hikayesidir. Yenilmenin aslında sahada değil hayatta ölümle olduğunu
“İşte şimdi yenildik be,” cümlesiyle
filmde içimizi burkulunca hatırlarız. Başta hepimiz Suat gibi aşkın en sade
halini “Boş dükkana kira vermişiz,”
diye anlatacak kadar temizizdir, sonra kaybede kabede “Hacı’ya” benzeriz. Hayatında
derin çizikleri olanlar için defalarca izlenesi bir filmdir. İzlememiş olanlar,
peki futbol bunun neresinde diyebilir. Tam da göbeğinde. Filmde de dediği gibi,
“Çünkü hayat fena halde futbola benzer.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder