21 Nisan 2015 Salı

Hayat fena halde futbola benzer

Dünyanın en büyük sanat endüstrilerinden biri hiç şüphesiz sinema. Ve yine dünyanın kitleleri en fazla peşinden sürükleyen spor dalı ise futbol. Oldum olası sinema eleştirmenliği ile futbol yazarlığını birbirine benzetmişimdir. Sinema eleştirmeni olmak için yönetmenlik ya da oyunculuk tecrübeniz olması gerekmiyor. Ne kadar farklı kültürlerden, ne kadar farklı yönetmen ve sinema ekollerinden film izlemiş, araştırmış, incelemişseniz, eleştiri derinliğiniz o kadar alkış toplar. Zaman içerisinde teknik bilgi olarak da sinemanın arka planına hakim olursanız, işte o zaman tam anlamıyla bir eleştirmen olabilirsiniz. Futbol yazarlığı da böyledir. İlla futbolcu ya da teknik adam olmanız gerekmez. Ne kadar farklı ligden futbol maçı izlemiş, futbolcu araştırmış, teknik direktör incelemişseniz, yorum yapabilmek adına dağarcığınız o kadar genişler. Buna bir de oyunun teknik bilgi kısmını eklerseniz, yaptığınız yorumlar o zaman takdir görür.

Dünya üzerinde böylesine büyük çekim gücüne sahip bir ikilinin buluşmaması da beklenemezdi. Futbol dünyası sinemanın evlenme teklifine “Evet” diyeli uzun yıllar oluyor. Bu beraberliğinin en güzel meyvesi hiç şüphesiz başrollerini Pele, Sylvester Stallone ve Michael Caine’in oynadıkları “Zafere Kaçış” filmidir.

2.Dünya Savaşı sırasında Alman Esir Kampı’nda tutulan bir grup futbolcu, karma bir kadroyla Alman Milli Takımı karşısına çıkacaktır. Pele, Bobby Moore, Ardiles beyaz perdede arz-ı endam eder. Devre arasında soyunma odasındaki havuzun dibinden bir tünel kazıp kaçmak için bu maçı bir fırsat olarak görürler. İlk yarı 4-0 mağlup olan ekip soyunma odasına gelir, tünel kazılır. Başta Sylvester Stallone olmak üzere futbolcular tünele yönelirken, filmin en vurucu cümlesi gelir: “Şimdi gidersek herkes kaçtığımızı düşünecek.”

Kahramanlar maçı kazanmak uğruna özgürlükten vazgeçer. Tekrar sahaya çıkarlar ve golleri arka arkaya sıralamaya başlarlar. Filmde Pele’nin kırık kolla attığı röveşata golü bugün halen internette en çok izlenen goller arasında. Tutsaklardan kurulu takımın 5-4 öne geçtiği son dakikalarda, Alman Milli Takımı haksız bir penaltı kazanır. Kaleci Sylvester Stallone o sahnenin çekimleri sırasında penaltı çıkarmayı öğrenmek için Pele ile çalışmış ve Pele’nin sert şutlarından birini yumruklamak isterken parmağını kırmış. Filmin sonu mu? Belki hala izlememiş olanlar vardır, onlar için burada üç nokta koyalım.

Her yıl Şubat ayında Oscar ödülleri sahibini bulurken, Mart ayı ise futbol filmleri sevenler için önemli bir ay. 12-15 Mart tarihleri arasında Barselona’da düzenlenecek Futbol Filmleri Festivali, meraklılarına aylar öncesinden uçak rezervasyonu yaptırır. Bu yıl ki festivalin adı “OffsideFest.” Gelin şimdi festival filmlerine yakından bakalım.



UNO / La historia de un gol – BİR / Bir gol hikayesi
Bir ülkenin politik, sportif ve sosyal gerçeklerini ortaya koyan belgesel tadında bir film ile açılıyor festival. El Salvador Dünya Kupası oynayan ilk Orta Amerika ülkesiydi. Meksika 70’e gidebilmek uğruna zorlu bir grup elemesi geçirip komşusu Honduras’ı eleyince, iki ülke arasında zaten devam eden gerginlikler tırmanmış ve savaş çıkmıştı. İspanya 82 Dünya Kupası ise adeta Honduras’ın ahının çıktığı bir turnuva olmuştu El Salvador için. Kötü geçen turnuvada, Macaristan ile karşılaşan El Salvador dünya kupası tarihin en farklı mağlubiyetini almıştır, 10-1. Kalesinde 10 gol gören El Salvador kalecisi, turnuva sonunda ülkesine dönünce silahlı tehditler almış, evinin camları kırılmış, vatan haini ilan edilmiştir. UNO, El Salvador’un Dünya Kupası hikayesini anlatan bir film olmuş. Latin Amerika’da futbol ve siyaset arasındaki belirsiz çizgiyi anlamak için iyi bir tercih olabilir.

L’Ultim Partit – Son oyun
Film Johan Cruyff’un Barcelona’ya ilk imza atışının 40. yılı şerefine hazırlanmış. Cruyff hareketinin Katalan futboluna ve kültürüne etkisi oldukça güzel anlatılmış olan filmde, bir çok tanıdık yüz de var. Pep Guardiola, Vicente del Bosque, Xavi Hernandez, Bojan Krkic, ünlü şef Ferran Adria, efsane tenor Jossep Carreras gibi isimler film boyunca ara ara Johan Cruyff ile ilgili anılarını anlatıyor. Özellikle Barcelona sempatizanları için tavsiye edilebilir.

Sons of Ben – Ben’in çocukları
Film Amerika kıtasından festivale katılıyor. 2007 yılında henüz Philadelphia’nın bir futbol takımı yoktur. Bir grup Philadelphia’lı futbol fanatiği, olmayan bir takım için taraftar kulübü kurarlar. Adına da Benjamin Franklin’den yola çıkarak, Ben’in Çocukları derler. Tek bir amaçları vardır, profesyonel futbolu şehre getirmek. Onların bu tutku dolu macerası çok kısa sürede tüm Philadelphia’da etkisini hissettirecektir. Amerika her ne kadar sinema endüstrisinde zirvede oturuyor olsa da, konu futbolu filme taşımak olunca pek de başarılı oldukları söylenemez. Festivalin en zayıf filmi diyebiliriz.

Next goal wins – Atan kazanır
Film Amerika Samoa takımının hikayesini anlatıyor. 17 yıl boyunca FIFA tarafından en düşük puan sırasında bulunan, hiç maç kazanamamış bir takım Samoa. Hollandalı teknik adam Thomas Rongen takımı 2014 Dünya Kupası elemeleri seviyesine taşımayı kafasına koyar. Gençliğinde George Best, Johan Cruyff gibi büyük isimlerle futbol oynamış olan Rongen, Pasifik adalarındaki bu takımda kendisini neyin beklediğini gidince anlayacaktır. Yine de pes etmeyen teknik adam, işe kaleci Nicky Salapu’yu yeniden kazanarak başlar. Nicky tek maçta yediği 31 golden topa dokunmaya bile korkar haldedir. Bu kadar da değil, takımda maçlara çıkmadan önce saatlerce saçlarını yapmak için uğraşan bir oyuncu vardır ki, uluslararası seviyede mücadele edecek olan ilk transseksüel futbolcu olarak tarihe geçer. Kaybedecek hiç bir şeyi zaten olmayanların tek bir maç kazanmak için ortaya koydukları mücadele. Sinema eleştirmenleri tarafından oldukça yüksek puanlar alan eğlenceli bir film.

El Otro Maradona – Diğer Maradona
Futbol sanattır, futbol oynayan bacaklar sanattır. Sahanın içini en güzel renklere boyamak için, Arjantinli futbolcular bacaklarını fırça gibi kullanır. İki çocuk, ikisi de futbola aşık, aynı topun peşinden koşan iki arkadaş. Birinin adı Goyo Carizzo, diğerininki ise Diego Armando Maradona. Bu sefer film farklı olarak bize Maradona’nın değil, öteki adam Carizzo’nun hikayesini anlatıyor. Kaçırdığı tek bir vuruş bütün hayatını değiştiren, adı “Maradona’nın arkadaşıydı” olmaktan öteye gidemeyen bir adamın öyküsü.

Coach Zoran and his African Tigers – Antrenör Zoran ve Afrikalı kaplanları
50 yıl süren iç karışıklık sonunda Afrika’nın en büyük sivil savaşı sona ermişti. Şimdi yeni bir ulus kurma zamanıydı. Bu film Güney Sudan’ın ilk futbol kulübünün ve onlara kazanmayı öğretecek teknik direktör Zoran’ın hikayesi. Film “Eğer kazanırsanız herkes size saygı duyar, kaybederseniz evde çocuklarınızdan bile saygı göremezsiniz,” diye başlıyor. Anlaşılan o ki, bu yıl festival kahraman teknik adamlara ve kaybeden futbolculara adanmış.

Mundial: The highest stakes – Dünya Kupası: En büyük kazık
Polonya hiç bir zaman tam anlamıyla futbol ülkesi olmadı ama İspanya’daki 82 Dünya Kupası onlar için daha farklıydı. Ordu hükümete el koymuştu, genel bir grev tehdidi ülkede hakimdi. Sokaklarda askerler dolaşıyordu ve her şeye sansür uygulanıyordu. Karanlık günler geçiren halk için tek umut ışığı televizyon ekranlarından izledikleri Polonya Milli Takımı’ydı. Bu yüzden 82 Dünya Kupası’na Polonyalıların “Askeri yasa altındaki en iyi TV dizisi” takma adını vermiş olmalarına şaşırmamak lazım. Boniek ve Smolarek her gol attığında ve Mlynarczyk kalesinde her top çıkardığında Polonya’da insanlar hayatın acı yüzünden biraz daha uzaklaşıyordu.

İstanbul United
İçinden futbol geçen bir festivalde Türkiye ve futbola dair bir film olmaması düşünülemezdi. Galatasaray, Beşiktaş ve Fenerbahçe taraftarlarını, aralarındaki rekabeti ve tribün kültürlerini anlatan belgesel tadındaki film, üç rakip kulüp taraftarının Gezi olayları sırasındaki dayanışmasına uzanıyor. Festivaldeki her film gibi biraz siyasi, biraz sportif, biraz da sosyolojik bakış açısı içeren filmin yönetmeni ise iki Alman arkadaş.

Zero a zero – Sıfır Sıfır
Festivalin belki de en güzel filmi. Her yıldız futbolcu bir zamanlar çocuktu ve mahallede arkadaşları ile top peşinde koşuyordu. Büyük kulüpler onun peşinden koşarken, çocukluk arkadaşları onu kimi zaman kıskançlık kimi zaman gururla izlediler. Bu büyük yıldızların hayat hikayelerini en ince detaylarına kadar biliyoruz, mahallelerin arasına sıkışmış kalmış çocukluk arkadaşlarına ne oldu? “Sıfır Sıfır”, Francesco Totti’nin üç arkadaşının hikayesi. Danile Rossi, Totti’nin forvetteki arkadaşıydı. Andrea Capponi’nin Roma’nın gelecek kalecisi olacağı söyleniyordu. Marco Caterini ise İtalya 16 yaş altı milli takımında Buffon’un önünde kaleyi koruyan isimdi. Hayat bu üçlüye Totti’ye gösterdiği yüzünü göstermedi. 2012 yapımı olan ve İtalya’da bir çok ödül alan bu film, kazananın değil kaybedenlerin hikayesi. İşte bu yüzden filmde Totti’yi hiç göremiyorsunuz.


Burada yazdıklarım festival filmlerinin sadece bir kısmı. Ama bir gerçek var ki, futbol ve sinema evliliğinden doğan güzel film sayısı oldukça az. Yönetmenlerin futbola uzaklığından mı, konuların kısırlığından mı bilinmez; bugüne kadar çekilen filmlerin büyük kısmı kahraman teknik adam, kaybeden uluslar, Afrika’nın çorak topraklarından çıkan gizli kahramanlar ya da Latin Amerika’nın dans eden futbolcularından öteye gidemedi. Konu içinden futbol geçen bir film çekmek olunca senaristler klişelerin arasına sıkışıp kalıyor. Belki sinema temellerine bağlı kalma endişesi, belki gişe kaygısı, belki sanat yaratma çabası bilinmez ama; bir kaç istisna hariç çoğu film vasatı aşamıyor.

Bütün bu klişelerin uzağında hayatı ve içindeki futbolu en iyi anlatan film, ne sinema zirvesi Hollywood’dan, ne de gelişmiş futbolun kıtası Avrupa’dan çıktı. 2000 yılında Serdar Akar’ın yönetmenliğini, Fahir Atakoğlu’nun ise müziklerini yaptığı “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar,” futbol insanlarını gerçek yaşam içinde en iyi anlatan filmdir bence. Akar’ın filminde arkadaşlık, ihanet, ümit, hayal kırıklığı, göz yaşı, aşk, kısacası hayata dair her şey vardır.

Mahalle futbolunun tüm izlerini en gerçekçi şekilde taşıyan, bazen kazanmak için, bazen platonik aşkı için oynayanların hikayesidir. Yenilmenin aslında sahada değil hayatta ölümle olduğunu “İşte şimdi yenildik be,” cümlesiyle filmde içimizi burkulunca hatırlarız. Başta hepimiz Suat gibi aşkın en sade halini “Boş dükkana kira vermişiz,” diye anlatacak kadar temizizdir, sonra kaybede kabede “Hacı’ya” benzeriz. Hayatında derin çizikleri olanlar için defalarca izlenesi bir filmdir. İzlememiş olanlar, peki futbol bunun neresinde diyebilir. Tam da göbeğinde. Filmde de dediği gibi, “Çünkü hayat fena halde futbola benzer.”


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder