Bazı sesler vardır, aklınıza kazınır. Bazıları ise
hem kalbinize hem aklınıza. Dünyanın en alt liglerinden, en iddiasız maçı
anlatması için mikrofonu ona verin, öyle bir anlatır ki; kendinizi el clasico
izliyor gibi hissedersiniz. Meslekte 30 yılını aşmış, ama gözlerindeki muzip ve
heyecan dolu bakışı hiç solmamış, mikrofona aşık bir adam, Ercan Taner.
Babanız da futbolun içinde bir isimdi, uzun yıllar
teknik direktörlük yaptı. Peki siz hiç futbol oynamayı düşündünüz mü?
Ben futbol
oynadım. İstanbul Erkek Lisesi’nde İstanbulspor çalışıyordu ve babam da o
kulübün teknik direktörüydü. ben de orada yedi yaşımdan itibaren futbol
oynamaya başladım. Solaktım önce onu söyleyeyim. Sonra babam Ankaragücü’ne
gidince, Ankaragücü’nün yıldız takımında forma giydim. İstanbul’da Vefaspor’da
devam ettim. Sonra babam bana şunu söyledi: “İyi oyuncusun, sol ayak iyi ama
birinci lig seviyesinde hiç bir zaman olamazsın,” dedi. O zaman ikinci ve
üçüncü ligler Türkiye’de şimdiki kadar iş de yapmıyordu. Bunları bana açıkça
söylemesi çok iyi oldu. Ben de futbolcu olamayacağım gerçeğiyle yüzleşmiş
oldum.
Sonra hiç bu fikrinden vazgeçtiği ya da ben o
zaman yanlış düşünmüşüm dediği oldu mu?
Hayır. Mesela
oğlumu çok izledi. Onun için biraz üzerine eğilse iyi futbolcu olur derdi. Ama
o da okulla birlikte futbolu götüremedi. Aslında Türkiye’de herkesin başındaki
problem ya okulu bırakacaksın, ya sporu. Eskiden devam mecburiyeti olmadığı
zamanlarda Metinler, Feyyazlar okulları bitirdiler. Ama şimdi devam mecburiyeti
var.
Eğitim sistemi sporcu yetiştirmeye pek müsaade
etmiyor diyebilir miyiz?
Aynen. Mesela
Olimpiyat şampiyonu yetiştirmek istiyorsak artık okulların burs vermesi
gerekiyor. Tıpkı Alman ve Amerikan sistemlerindeki gibi. Çok yazık oluyor.
Lisenin sonuna gelen çok önemli bir yüzücü ya da basketbolcu bir anda
kaybolabiliyor.
Son dönemde her ne kadar basketbol da popüler bir
hale gelmiş olsa da ülkenin aslında ana spor dalı futbol. Futbola bu denli
endeksli olduğumuz için mi diğer branşlardan ve özellikle olimpiyat ruhundan
uzak kaldık?
Ailelerin
çocuklarının geleceğini kurtarmak için ister istemez ya eğitime önem vermeleri
ya da bari futbolcu olsun daha çabuk para kazanır düşüncesi olimpik ruhu
benimsemediğimizi gösteriyor. Eğitim sistemi ile ilgili bir olay bu. Dünyada
olimpizm düşüncesi artık 6 yaşında başlıyor. Okullarda kaybetmeyi, kazanmayı ve
sporda başarıyı öğretiyorlar. Sonra bu liseye kadar gidiyor. Hala beden eğitimi
derslerinde, üniversite sınavına gireceksiniz o yüzden bugün beden hocanız
yerine matematik hocanız gelip ders yapacak deniyor. Çocuk için zaten
üniversiteyi kazanmak çok önemli çünkü sporcu bursuna teşvik eden bir sistem
yok. İşte bu yüzden maalesef olimpiyat şampiyonu çıkaramıyoruz.
Bakın mesela, 14
yaşında Nadia Comaneci Romanya’dan 1976 Montreal Olimpiyatlarında şov yaptı ve
bütün dallarda altın madalya kazandı. Düşünsenize Romanya’dan bir kız çocuğu
çıkıyor elinde oyuncak ayısı var, bütün madalyaları alıyor. Neden? Çünkü 6
yaşında keşfedilip bu yolda eğitiliyor. Bizim de olimpiyatlarda jimnastikte
mesela madalya kazanmamız lazım. Bunun için pilot iller belirledik. Mesela Bolu
vardı, ama olmadı. Aykut Kocaman biliyorsunuz eski jimnastikçi. Sahada ki
estetik hareketlerini jimnastik sayesinde kazanmıştı.
Yani ülkenin spor politikası ile eğitim politikası
ortak bir plan oluşturmalı diyorsunuz.
Tabii, çünkü
aileler de karar veremiyor, onları da doğru yönlendirmek lazım. Haklı olarak
endişe ediyorlar, ya çocuğum iyi sporcu olamaz, üniversite de başarılı olamazsa
ne olacak bu çocuk diye. Bu yönlendirmeyi siz ve ben yapamayız. Bu devletin
spor politikası olmalı. Bu konuda artık daha ciddi çalışmalar var. Bu arada ben
şuna da karşı değilim, yeri geldiğinde çok iyi bir Türk sporcuya, Amerika daha
12 yaşındayken vatandaşlık ve burs veriyor. Devşirme sporcu gerekiyor, bunu
bütün başarılı ülkeler yapıyor. İspanya’nın spordaki en büyük başarısı
Olimpiyat kadrosu kurmasıdır. Bu 15 yıllık bir yatırımdır. Bizde de şimdi bu
yatırımlar başladı.
Futbol fanatizmi de aynı zaman da olimpiyat ruhunu
öldürüyor mu?
Ona fanatizm
değil de holiganizm diyelim. Renklerin fanatiği olabilirsiniz ama vurup kırınca
holigan oluyorsunuz. Esasında olimpiyat ruhundan çok ayrı bir şey diye
düşünüyorum ama holiganizm bir çok şeyi öldürür.
FUTBOL
ÜLKESİYİZ DİYORUZ AMA BİR FUTBOL EKOLÜMÜZ YOK
80’lerin sonunda, Türkiye bir buz pateni ülkesi
olmamasına rağmen her evde Katarina Witt ve buz pateni yarışları izleniyordu.
Demek ki inşalara aslında farklı spor branşlarını izletirseniz ilgiyi
yakalıyorsunuz.
Sonrasında
yapılmaya tesisleşmeye de çalışıldı ama olmadı. Bak şimdi Türkiye’de basketbola
ilgi 70’lerin sonunda TRT’de Beyaz Gölge diye bir diziyle başladı. Ondan evvel
sokaklarda çocuklar kendi potalarını kendi yaparken, bu diziyle beraber
belediyeler sokaklara basketbol potaları yapmaya başladılar. Rahmetli dayım
Zagreb’li. O zaman adı Yugoslavya idi. 10 yaşında ilk oraya gittiğimde bir çok
yerde kapalı-açık havuz, her sokakta basketbol sahası görmüştüm, ağzım açık
kalmıştı. O zamanlar bizim Türk filmlerine açın bakın havuzların rengi yeşildir.
Temizlenmez çünkü. Ama Yugoslavya’da o dönemde bir çok çocuğun basketbol
oynadığını, yüzdüğünü şaşkınlıkla izlemiştim. Yıl 1974’tü. İşte oradan Dünya
Şampiyonu oldular. İyi futbolcular da çıktı. Şimdi bize dönelim. Biz futbol
ülkesiyiz diyoruz ama Türk futbol ekolü diyebileceğimiz bir şey yok ortada.
Çeklerin ekolü var. İngilizlerin ekolü vardır hatta şu an federasyonda, yabancı
sınırlaması getirip İngiliz ekolünü canlandırma gündemlerinde. Alman ekolü
vardı, değiştirdiler. Eski ekolleri tamamen kondisyon, fizik ve ezmeye yönelik
iken şimdi naif oyuncular üzerinden yine fizik kondisyonu yüksek bir takım
oyunu ortaya koyuyorlar. Ama bizim böyle tanımlayabileceğimiz bir ekolümüz yok
ki. Bu yüzden de başarılı olamıyoruz.
Peki ülkede uzun yıllardır futbol oynanıyor, neden
hala bir ekol yok?
Daha önceleri de
kulüp düzeyinde futbol var ama futbolda ciddi anlamda ilk maçımız 1923 Romanya
2-2. Bizde öyle bir duygu var ki, hemen üste, yukarı seviyelere çıkmak
istiyoruz. Alt yapıya önem veremiyoruz. O seviyede çalışan hocaların gelirleri
çok düşük. Ya da eski oyuncumuz gelsin takımın başında dursun diyoruz. Bu
mantıkla ekol elde edemezsiniz. Bir ekol nasıl elde edilir? Önce biyolojik
yapıya bakacaksınız. O yapıya uygun sistemi ortaya çıkaracaksınız ve o sistemle
birlikte bir ekole doğru gideceksiniz. Yani kısa paslı mı, bireysel anlamda
yetenekli mi, kuvvete mi dayalı. Önce bunlara bir karar verelim. Yoksa hepsini
birden konuştuğumuzda çorba oluyor, ortaya hiç bir şey çıkmıyor. O yüzden de
bizim için “Türkler şöyle oynuyor” değil de “Türkler çok iyi mücadele etti”
diyorlar. Bir de tabii ki artık arsa futbolu yok. Şunu kabul etmemiz lazım halı
sahada yetenekli oyuncu yetişmez.
Tarihe çok meraklısınız biliyorum. Neden tarih
değil de spor?
7-8 yaşlarında
Halit Ağabey’i dinleyip maç anlatıyordum. İstanbul’da TRT’nin sınavı açıldı.
Annem kazanırsın diye çok yüreklendirdi ama ben hiç kazanacağımı tahmin
etmiyordum. Sınava girdim çıktım, bana “Ne olmak istiyorsun?” diye sordular,
dedim “Spor spikeri.” Sonra Ankara’da ikinci sınava çağırdılar. Sonra bir sınav
daha. Ondan sonra psikoloji, pedagoji dersleri. Daha sonra müthiş bir fiziksel
muayene, psikiyatrik muayene dahil. Sonra bir güvenlik soruşturması. En son bir
yazı geldi, “Stajyer olarak kabul edildiniz.” Bizi mutfaktan yetiştirdiler.
Röportaj yapmak için ders aldım. Program nasıl yapılır biliyorum. Bunun adı BBC
eğitimidir. İki yıl sonra da asil olarak göreve başladım. O dönem TRT’de
çalışmak kolay değildi. Orası bir devlet kurumu ve devlet bu işe “Ben sana
mikrofon emanet ediyorum,” diye bakıyordu.
Siz bugün NTV’de nasıl spiker yetiştiriyorsunuz?
Ben yeni
başlayana arkadaşlara genelde haber yazmaları, kendi yazdıkları haberi
montajlamaları, metin değerlendirme, okuma, röportaj yapma, kayıt nasıl alınır
hep söylemeye çalışırım. Bunun dışında da her türlü yardımı yapmaya çalışırım.
Ama yeri geldiğinde de “Sen bu işle uğraşma,” da derim.
Peki hangisi? Televizyonda maç anlatmak mı,
radyoda maç anlatmak mı?
Bir kere radyodan
maç anlatamayan televizyondan maç anlatamaz. Önce radyodan o yayını
götürebileceksiniz.
SPİKERLİKTE
TORPİL OLMAZ
Burada genç spikerlere böyle bir test yapıyor
musunuz? “Hadi rastgele bir maçı radyodan anlatıyormuşsun gibi anlat bize,” diye.
Enteresan bir şey
sordunuz çünkü bu benim sınav sorumdu. “Bize dışarıda ne oluyor anlat,”
demişlerdi. Amaç teklemeden anlatabilmekti. Son derece basit bir soru gibi
görünüyor. Ama dışarı bakıp bir çırpıda simitçi var, taksi geldi, havaya
bakıyorum gökyüzünde bulutlar dolaşıyor yağmur yağacak diye duraksamadan
anlatabilmek aslında pek de kolay bir şey değil. Sonra da “Kendi kendine maç
anlat,” dediler. Yani önümde açık bir maç olmadan kafamdan rastgele bir maçı
anlatmamı istediler. Bunları hem radyo hem televizyon için yaptılar. Aslına
bakarsanız spikerlikte torpil yoktur. Bize hocalarımız derdi ki, “Ben sana bu
sınavı kazandırmak isterim ama kazandıramam kusura bakma çünkü yayında
patlarsın,” derlerdi. Aynen öyle.
Neden spor müsabakası anlatan kadın spiker yok?
Yüzme anlatan
var. Bir arkadaşımız vardı TRT’de anlatmak istiyordu, kendisine şans da
verildi, olmadı. Dünyada da olmuyor. Bak şimdi sen sorunca takıldı kafama neden
yok diye. Kadınlar arasındaki maçları bile erkekler anlatıyor. Kulağa yerleşmiş
sesler var, ondan vazgeçmek istemedikleri için belki de.
Diyelim ben maç anlatmak istiyorum, ne yapmalıyım?
Bir kere sportif
entelektüel yapınızın çok iyi olması lazım. Mesela şunu bilmeniz lazım, 1974
Dünya Kupası’nda 1142 dakikadır gol yemeyen Dino Zoff’a Haitili Sanon’un gol
attığını bilmeli. Gordon Banks’in 1971’de bir gözünün kör olması sebebiyle
kalecilikten kopması, Macar futbolunun Macaristan’daki iç savaş nedeniyle hala
kendine gelememesi ve o ülkeden giden futbolcuların İspanya’da forma giyip efsane
olması, Olga Korbut’un SSCB’nin yetiştirdiği gelmiş geçmiş en büyük jimnastikçi
olduğunu, Christopher Dean ve Jayne Torvill ikilisinin buz dansında unutulmaz
bir çift olduğunu hep bilmesi lazım. Bir de oyunun kurallarını bilmesi
gerekiyor. Futbol çok basit bir oyundur. 17 tane kuralı vardır, onları mutlaka
bilmesi lazım. Mesela ben spiker olmak istiyorum diye gelen bir adama, top kaç
kilo diye sorarım.
Sizin spikerlikte en beğendiğiniz ekol hangisi?
İngilizlerin
bazılarının anlatımını çok beğenirim. Ama çok konuşulması taraftarı değilim.
Günümüzde iki tip yaklaşım var. Biri daha çok
istatistik bilgi paylaşarak anlatan diğeri ise daha doğal anlatım. Siz
hangisini tercih ediyorsunuz?
Ben doğal anlatımı
tercih ederim. İstatistiği verebilirsiniz. Mesela Real Madrid’in 9-1 yendiği
maçta, Cristiano Ronaldo 5 gol atıp tarihe geçiyorsa, bunu o anda
söyleyebilirsiniz. Ama maç oynanıyor, top ceza sahasına yakın bir yerde,
Mustafa topla buluşuyor. O anda Mustafa 1.70 boyunda, geçen sene de yine bu
statta sol kanatta böyle bir topu kesti dediğin anda seyirci sana sinirlenir.
Çünkü seyirci şöyle izliyor maçı, ya gol atacağız, ya gol yiyeceğiz. Tarafsız
bir seyirci maç izlemez ki, mutlaka bir tarafı tutmaktadır. Zevk için
Avrupa’dan da maç izleyenler bile maç başladıktan sonra mutlaka bir tarafı
destekler.
MAÇ
ANLATIRKEN FUTBOLCUNUN AİLESİNİ DE DÜŞÜNECEKSİNİZ
Maç spikeri anlatım esnasında yorum katmalı mı?
Bence katabilir.
Misal, “sol kanatta bu 4. pas hatası, o kanatta problem var, işlemiyor, oyuncu
değişikliği gerekiyor,” diyebilmeli. Anelka’nın Ali Güneş’i bitirdiği
pozisyonlar var. O zamanlar yayında bunu söyledim. Ya da Fenerbahçe’nin
Galatasaray’ı 4-0 yendiği bir maç var. Ya da “Galatasaray’ın iki savunması,
Fenerbahçe’nin kanatları karşısında daha 10. dakikada çok etkisiz kalacağı
görüntüsü vermeye başladı,” da dedim. Ama yorum yapmanın da bir adabı var. Bu
iki savunmadan hiç bir şey olmaz demek ayrı, bahsettiğim şekilde söylemek ayrı.
Maç anlatırken insanları düşüneceksiniz. Eğer radyodan maç anlatıyorsanız, bir
oyuncu sakatlandığı zaman adam felaket bir durumda olsa bile, o maçı dinleyen
bir ailesi olduğunu düşünüp sakin, alıştıra alıştıra anlatacaksınız.
Siz anlatacağınız bir maça nasıl hazırlanıyorsunuz?
Maça
kullanmayacağım kadar çok bilgi ile giderim. Maça yakın saatlerde çok ağır
şeyler yemem. Bol kahve içerim. Maçtan bir gün önce hazırlığım zaten bitmiştir,
başka şeylerle kafamı dağıtırım, film izlerim. Önce o maçı bir unuturum. Maç
günü de notlarıma tekrar bakarım. Stada dört saat öncesinde giderim. Stada
tepeden bir bakarım. Kameramanlarla, yönetmenle sohbet ederim. Bir saat
öncesinde de hazırlanmaya başlarım.
En rahat maç anlattığınız stad hangisiydi?
1984 Wembley’de
FA Cup finali en rahat anlattığım maçlardan biriydi. Liverpool Beşiktaş maçı da
yine Anfield’de çok severek anlattığım maçtı. Sahanın içinde gibiydim. Biz
spikerler çok severiz maç anlatırken sahaya yakın bir noktada olmayı. Olimpiyat
Stadı’nın en büyük problemlerinden biri bu. İnişe geçen pilot gibi görüyorsunuz
sahayı. Ali Sami Yen çok güzeldi. Yine Şükrü Saraçoğlu da bir spiker için
çalışması rahat statlardan biri.
Stattan maç anlatmak ve stüdyodan maç anlatmayı
karşılaştırırsanız ne gibi zorlukları var?
Stüdyoda maç
anlatırken siz ne görüyorsanız biz onu sadece iki saniye daha önce görüyoruz.
Bir de yönetmen ne veriyorsa onu görüyorum, topsuz alanı göremiyorum. Maç
başlayıp 15 dakika geçtikten sonra orta alanda olanlarla ilgili artık tecrübeyle
bir şeyler söyleyebiliyorum, ama statta maç anlatırken daha ilk dakikada her
şeyi görüp söyleyebilirsiniz.
45 dakika boyunca sahanın içi var, topsuz alan
var, yedek kulübesi var, tribün var. bu süre boyunca konsantrasyonu yüksek
tutup bütün bunlara aynı anda nasıl hakim olabiliyorsunuz?
Hiç bir şey
düşünmem. Stadın dışında alevler çıksın o bile dikkatimi dağıtmaz. Öyle bir
konsantrasyon gerekiyor.
Bu mesleğin en büyük zorluğu ne?
Her zaman en
iyisini göstermek zorundasınız. Hep hazır olmanız lazım. Hiç hata yapmamanız
lazım.
MİKROFONLA
ŞAKA OLMAZ
15-20 yıl önceki Ercan Taner ile bugünkü arasında
ne fark var?
Ercan Taner
heyecanından hiç bir şey kaybetmedi ama kendimi biraz daha rahat görüyorum.
Mikrofonu her zaman arkadaşım gibi gördüm ama bana her zaman ihanet edebilecek
bir arkadaş gibi. Mikrofonla şaka yapılmaz. Esasında pek bir şey değişmedi.
Fenerbahçe’nin galip geldiği 4-3’lük bir Galatasaray maçı ile başlamıştım. O
zamanlar sanki henüz bir maç anlatım stilim oturmamıştı, şimdi artık benim bir
anlatım ekolüm var.
Çocukluğunuza dair en güzel anınız ne?
Babam Ankaragücü
teknik direktörüydü, ben de ilkokul yaşlarındayım. O zamanlar her şey serbestti
ya, ben de yedek kulübesinde oturuyorum babamın yanında. Ankaragücü 1 Bursaspor
0. O sene kupayı aldı Ankaragücü. Son saniyeler, Tezcan nefis bir kafa vurdu,
top kaleciyi geçti. Ankaragücü’nde Sarı Mehmet vardı, uçarak topu kornere attı.
Gol olsa Ankaragücü eleniyor, Bursaspor finale yükseliyor. Babama dedim ki “Gol
olsa ortalık acayip şenlenirdi değil mi?” dedim. O da bana sakince bir küfür
salladı.
Medya için ateşten bir gömlek denir, doğru mu?
Kesinlikle doğru.
Sevgi, saygı sportif alan da var ama gelin görün ki bir de işin sosyal medya
tarafı var. İnsanların çok fazla sosyal medyadan etkilendiği kanaatindeyim. Bir
ara ben de twitter kullanıyordum. Artık aktif değilim, büyük bir zaman kaybı
olduğunu düşünüyorum. Tabii ki faydaları da var. Mesela dünya haberciliğinde
twitter çağ atlatmıştır. Bir olay olduğu anda 40 saniye içinde haberdar oluyor
olmanız müthiş bir olay. Ama bunun için profesyonel ajans ve gazetecileri takip
ediyor olmanız gerekiyor.
Artık maçı sadece twitterdan takip edip, maçın
mavrasını oradan yapan bir grup da oluştu. Bunlar için ne düşünüyorsunuz?
Gözlerine yazık
ediyorlar. Hakemden oyuncuya herkese söyleniliyor orada. Sonra iki saat
geçiyor, unutuluyor. Eski bir televizyoncu “Televizyonculuk buz üzerine yazı
yazmaktır,” demişti. Mükemmel bir yazı yazabilirsiniz ama ertesi gün gelip
baktığınızda hiç bir şey yok. İşte twitterda da öyle mavralar yapılıyor, iki
saat sonra gidiyor. Kendinizi kaptırırsanız mesleği direkt etkileyebilir, o
yüzden kesinlikle etkilenmemek lazım.
Meslekte kırdığınız en büyük pot ne oldu?
1984 Los Angeles
Olimpiyatları’nda biz daha çaylaktık. Tansu Polatkan güreş anlatırken ses
kesildi. İsviçreli ve Yunan güreşçiler var. Gir anlat dediler bana. Esmer olan
Yunandır dedim kendi kendime. Sarışın da İsviçrelidir diye düşündüm. Tam tersi
çıktı. Akşam yemeğe gittik. Yeşilçam’dan da bir yönetmen ağabeyimiz var. bana
“Güreşi seyrettin mi? Spiker nasıl yayını paramparça etti,” dedi. Dedim “Abi, o
bendim.” Bu sefer ne yapsın adam “Bak esasında fena değildi,” dedi. Sonra mizah
dergilerinde karikatürümü falan yapmışlardı.
Bir keresinde de
Hakan Ünsal ile maç anlatıyoruz. Adamla yan yanayız. Ergün topla buluştu.
Ağzımdan Hakan çıktı, “Hakan ve taç,” dedim. Hakan’la birbirimize baktık, o
zaten gülmeye başladı. Sonra ben de güldüm yapacak bir şey yok.
Keşke ben anlatsaydım dediğiniz bir maç var mı?
O kadar ateşli ve
hırslı olmadım hiç bir zaman. Babamın bana bir öğüdü vardır: “Çok fazla hırs
iyi değildir çatlarsın,” diye. Zaten çok büyük maçlar anlattım çok şükür.
Bugün beğendiğiniz yorumcular kimler?
Rıdvan Dilmen
futbolu çok iyi bilir. Metin Tekin yine öyle. Metin çok eski arkadaşımdır.
Babamın Beşiktaş’ta olduğu dönemde Metinle biz kamptaydık, ikimiz de 18
yaşındaydık, o zaman tanışmıştık. Bir de yorumcu olarak Sergen Yalçın da
mükemmeldir. Sergen maçı 15 dakika izlesin, maçı şu takım kazanacak diye söyler
ve dediği çıkar. Futbolu o kadar iyi okur.
Hiç sinema ya da farklı projelerde seslendirme
teklifi geldi mi?
Konsol oyunları
için gelmişti. O dönem Türkiye bir kriz yaşadı, yarıda kaldı. Onun dışında
reklam zaten yapıyorum. Yeni çevrilen Hababam Sınıfı serilerinden birinde yine
seslendirme yaptım. Bir kaç filme daha yaptım. Bir gece Sinan Çetin aradı,
gelebilir misin diye. Kıramadım, gittim. Bir görüntü izletti, bana bunu anlatır
mısın dedi. Anlattım. Tamam süper oldu dedi, o da öyle kullandı.
Diyelim mikrofonu bırakmaya karar verdiniz son
maçınızı anlatıyorsunuz? Son dakikadasınız, kapanışı nasıl yaparsınız?
Allah korusun.
Ben mikrofonu bırakmayacağım, kapanış olmaz. Spikerler ölünce meslek biter.
Bir öfke ya da kırgınlık sonucu küsüp mesleği
bırakmayı hiç düşündüğünüz oldu mu?
Çok sinirlendiğim
oldu. Volkan’ın hamlesi dediğimde bana bir linç kampanyası yaptılar. Hala onun
niye yapıldığını anlayamıyorum. Çok üzüldüm ama bırakmayı hiç düşünmedim.
80’li yılların en unutulmazı futbolcular
sakatlandığında ya da hakeme itiraz anında muhabirlerin sahanın içine girip
röportaj yapması. O dönemle ilgili bir anınız var mı?
Orada öncülüğü
Ender Asman yaptı. Ondan sonra da ben, Levent Özçelik, Fuat Akdağ yaptık. Biz o
zaman futbolcularla zaten arkadaştık. Beraber yemek yemeye giderdik, gerginlik
yoktu. Bir maçta Sadık Dede penaltı verdi. Kadıköy’de Beşiktaş-Trabzonspor
oynuyor. Kameramana dedim ki “Yürü koşuyoruz.” O sırada saha içinde itirazlar
var. Biz itirazları çekiyoruz, mikrofon uzatıyoruz, hakem bir döndü “Sen ne
yapıyorsun burada,” dedi. “Çekiyoruz,” dedim. Sadık Dede kızmıştı, “Tamam çek
de biraz ayıp olmuyor mu,” diyerek. Bir gün yine başka büyük bir maç. Top
kornere gitti. İsmini söylemeyeceğim bir futbolcu geldi hakeme küfür etti.
Hakem de kırmızı kart gösterdi. Ben de hemen mikrofonla oyuncunun yanına
gittim. Hakeme ne söylediğini sordum, halbuki biliyorum küfür ettiğini.
Karşımda yumuşamış, o anı hatırlamayan bir futbolcu vardı. O anda futbolda öfke
kontrolünün ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anladım.
Bugün maç esnasında saha içi röportajları yapılsa,
bütün bu gerginlikleri biraz da olsa azaltır mı?
Bu ortamda nasıl
olacak, olmaz gibi geliyor. Eskiden derbi maç bile olsa hakemler maç öncesi son
toplantılarına bizi alırlardı. Biz de röportaj yapardık. Keşke olsa, maçların
bütün o gerginliğini kıran sempatik görüntüler de ortaya çıkar aslında, ama
nasıl olacak söylesenize?
En sevdiğiniz kelime
Sevgi
Nefret ettiğiniz kelime
Savaş
Heyecanınızı ne öldürür
İkiyüzlülük
Hangi meleği yapmak istemezsiniz
Doktor
Hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz
Çok iyi gitar
çalmak isterdim
Kendiniz olmasaydınız kim olmak isterdiniz
Astronot
En önemli kusurunuz ne
Çabuk
sinirleniyorum
Kahramanınız kim
Karım
Size en fazla keyif veren kötü huyunuz ne
Bazen gece dörde
kadar film izliyorum. Ertesi gün sonra o kadar zor geçiyor ki.
Hayat felsefenizi hangi slogan özetler
Ne olursa olsun
her şeyden önce barış. İnsanlar birbirlerini dinlemeli, anlamalı
Mutsuzluğun tanımı ne
Alçaklık
Nerede yaşamak isterdiniz
İstanbul Sarıyer.
Boğaz’ı çok seviyorum.
Proust
anketi. Marcel Proust’a saygıyla...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder