21 Mart 2016 Pazartesi

En büyük rakibin kendin: MARSEL İLHAN

ATP’de ilk 100’e giren ilk Türk tenisçi. Dünyanın en büyük isimleriyle karşılıklı oynamış, ama konuşmaya başladığınızda anlıyorsunuz ki, içindeki yarı çekingen, yarı duygusal çocuğu hiç kaybetmemiş. Büyük sporcularda görmeye alışık olduğunuz ego onda yok. Hayata pozitif bakmayı hedef edinmiş, gerçek bir profesyonel; Marsel İlhan.


Tenise nasıl başladın?
6 yaşımdaydım. Büyükannem sayesinde tenisle tanıştım. Bir tanıdığının tavsiyesi ile beni tenise yazdırdı ve her gün o götürüp getirdi. Şu anda da 80 yaşında ama hiç bir maçımı kaçırmaz, izler hep. İlk antrenmandan sonra tenisi çok sevdim. Küçük yaşlarda şampiyonluklarım oldu. Erken yaşta başarı kazanmak insanı daha da motive ediyor, o spora daha kuvvetli bağlıyor.

Aile de başka profesyonel sporcu var mı?
Yok. Annem de büyükannem de öğretmen. Babam rahmetli. Onun ailesinde de herkes doktor.

Peki böyle bir ailede kimse sana “Oğlum oku öğretmen, doktor ol” demedi mi?
Hayır, hiç bir zaman bir baskı kurmadılar. Aksine profesyonel sporcu olmam için desteklediler.

O yüzden mi Özbekistan’dan Türkiye’ye geliş hikayesi başladı?
Evet, 17 yaşımdaydım. Türkiye’de bir turnuva kazanmıştım. O zaman Taç Spor beni çok almak istedi. Türkiye Tenis Federasyonu da çok ilgi gösterdi. Aslında bir yanım hala çocuk o zamanlar ve İstanbul’a her geldiğimde şehre hayran hayran bakıyordum. Türklerle çok iyi anlaşıyordum. Anladım ki bu şehir benim şehrim, ait hissettim yani kendimi. Sonra annemle düştük yola ve macera başladı. Çok iyi insanlarla tanıştım. Türkiye’ye yerleştiğimiz tarih benim doğum günümdü, 11 Haziran. Şimdi turnuvalar sebebiyle dünyanın bir çok şehrini geziyorum. Ama benim için hala en güzeli İstanbul ve yaşlandığımda da burada yaşamak istiyorum.

Çocukluğuna dair hatırladığın en güzel anın ne?
7 yaşımdayım. İlk turnuvamda raket kazanmışım. O zaman raketler çok pahalı ve bizim öyle bir maddi gücümüz yok. O gece raketle uyumuştum. O raketi daha sonra ilk antrenörüme hediye etmiştim. Aramızda kalsın hediye ettiğim için biraz pişmanım sanırım, keşke saklamış olsaydım, güzel bir hatıra olurdu.

TC vatandaşlığına geçmeye nasıl karar verdin?
Hem Türkiye şampiyonu olmak ve hem de milli takımda olmak için bu tercihi yapmam gerekiyordu. Zaten bizim yani Özbeklerin kültürüyle pek bir fark yok. Diller de çok benzer. Hiç zorluk çekmedim. Hatta hiç kendi vatanımı terk etmişim gibi de hissetmedim.

Türkçeyi nasıl öğrendin?
Duyarak. Hiç ders almadım. Televizyon seyrederken, şarkı dinlerken, yani konuşa konuşa öğrendim.

Tıpkı futboldaki gibi teniste de bir top toplayıcı çocuk gerçeği var. Senin de kariyerinde böyle bir dönemin var mı?
Ben de bir ara top toplayıcıydım. O dönem bazı turnuvalarda çok büyük tenisçileri gördüm. Sonra yıllar geçti, aralarında hala tenise devam edenlerle ben aynı turnuvalara katıldım. Yanlarına gidip “Biliyor musun ben sana top toplamıştım,” dedim. Tabii hatırlamadılar ama benim için önemli bir şeydi.

Top toplayan çocuk o an ne hisseder?
Oyuncuları gördükten sonra kendine profil çizmeye başlıyorsun. Kim gibi olmak istiyorsun, hangi turnuvalara katılmak istiyorsun, nasıl kritik sayıları alabilirsin, hatta nasıl sevinip nasıl üzülürsüne kadar bir rol çiziyorsun kendine. İçindeki ses asıl o dönem doğuyor ve seninle konuşmaya başlıyor.

Rakibini maçtan önce nasıl analiz ediyorsun?
Artık hemen hemen herkesi tanıyorum. Çok sık turnuvaya katıldığım için iyi bildiğim neredeyse 250 tenisçi var. Beraber çalıştığım bir video analizcisi de var. Bir de rakibimin eski maçlarını internetten izliyorum. Nerede daha çok hata yapıyor, hangi tarafta daha iyi oynuyor, ne seviyor, ne sevmiyor hepsini tek tek çıkarıyoruz.

Mental olarak seni kuvvetlendirecek özel bir tekniğin var mı?
Bir kaç yıl önce yaşam koçu Murat Bilgili ile çalıştım. Çok okurum. Bir de yaş ilerledikçe insan yaşam tecrübesi kazanıyor, kendini daha iyi tanıyor. İşte o zaman daha güçlü oluyorsun. Şimdi düşünüyorum gençken boş yere öfkelenip tepki veriyormuşum. Hakemmiş, havaymış... Öyle ki neden rüzgar esiyor ya da neden güneş gözüme giriyor diye bile sinirlenirdim. Zamanla hepsi geçti. Anladım ki hayatta senin kontrolünde olmayan her şeyi kabul etmek lazım.

Maçlardan önce neler yaparsın?
Hala maç öncesi stresi atamıyorum üzerimden. O anlamda hiç rahat bir insan olamadım. Bir sürü yol da denedim ama nafile. Korta çıkıp beş dakika geçene kadar o stresle yaşıyorum. Ama sonra bir anda kayboluyor ve tamamen maça konsantre oluyorum.


İÇİMDEKİ SES HİÇ SUSMUYOR

Grand Slam kazanmak için çok ileri bir önsezin olmalı derler, doğru mu?
Kesin. Bazı turnuvalar var onu hissediyorsun. Ama bazen de büyük boşluk. Hiç bir şey hissetmiyorsun. Hatta o hissizlik sana olmayacak herhalde diye düşündürtüyor. Ve sonra kazanıyorsun. Çok enteresan bir şey. Bir keresinde Rusya’da böyle bir turnuva kazandım. Çok kötü başlamıştım. Hiç bir şeyi beğenmiyordum, keyif almıyordum. Hatta elenirim kesin diye dönüş için uçak bileti bakmaya başlamıştım. Sonra bir anda her şey değişti ve şampiyon oldum. Böyle sürprizler de, nadir de olsa olabiliyor.

Teniste “gününde olmak” önemli, değil mi?
Kesinlikle. Bazen öyle günler oluyor, uyanıyorsun, moralin bozuk, kolun ağrıyor. O kadar çok faktör var ki oyununu etkileyen. Çünkü bireyselsin, tek başına çıkacaksın maça. Futbol gibi takım sporlarında kötü hissettiğinde yedek kalabilirsin ya da takım arkadaşların sana destek olup açığını kapamaya çalışabilir. Ama burada da her şeyi sen yapmak zorundasın.

O yüzden mi tenisçilerin hepsi oyun sırasında kendi kendine konuşur derler?
Tabii, her zaman. Teniste, oyun sırasında en büyük rakip kendindir. Çünkü o ses hiç susmaz ve sen sürekli içinde konuşan o sese karşılık verirsin. Bazen o ses seni çok aşağı çekebiliyor. Onu duymamayı öğrenmen gerekiyor. Kalecilere de yalnız derler ama takım arkadaşın bazen geri gelir onunla konuşursun ya da arada arkadaşlarına bağırırsın. Teniste rakibine yakınlaşamazsın, antrenörünle konuşamazsın, molada bile tek başınasın. O yüzden zamanla içinde bir ses doğuyor. Ve maç boyunca onunla konuşuyorsun.

Kaybettiğin maçtan sonra ne yapıyorsun?
Bir kaç saat kimseyle konuşamıyorum, çok üzgün oluyorum, ama sonra geçiyor. Teniste hep yarın var. Bırak kaybetmeyi, kazansan bile hemen unutuyorsun. Çünkü hemen peşinden yeni bir turnuva geliyor. Çok maçlar kaybettim. Bundan sonra da mutlaka kaybedeceğim maçlar olacak. Bu bir oyun ve doğasında kazanmak da kaybetmek de var.

Seni turnuvadan erken elendi diye eleştirenler de çok oluyor. Bunlar seni olumsuz etkiliyor mu?
Hayır. Dışarıdan gelen eleştirileri çok fazla dinlemiyorum. Ama eleştiri de şart. O yüzden bu konuda beni yapıcı bir şekilde eleştiren bir ortamım var, onlar ne derse dinliyorum. Onun dışındakileri çok takmıyorum. İnsanlar bu sporu bilmediği için böyle kolay eleştiriyor. Yaklaşık 2000 tane oyuncu ve her hafta da bir turnuva var. Federer, Djokovic gibi isimleri ayırarak söylüyorum, şampiyon yılda ancak bir kaç turnuva da olabilirsin. Teniste tur atlamak bile büyük bir olaydır. İki saat kortta ter döküyorsun, bir maç kazanıyorsun, bu tek başına önemli bir şey. Ama nasıl ki her maçı kazanamazsan, her turnuvayı da şampiyon bitiremezsin. Asıl önemli olan o turnuvalara katılabilmek, mücadele etmek.

Grand Slam’i diğer turnuvalardan farklı kılan ne?
Bir kere çok büyük bir organizasyon. İnanılmaz bir izleyici ilgisi de var. Orada korta çıktığında rüyada gibi hissediyorsun kendini. Büyük kortta oynamak çok farklı. İşte bak orada kaybettiğinde gerçekten çok üzülüyorsun, etkileniyorsun. Çünkü yılda sadece dört turnuva. Eğer profesyonel bir tenisçi olmak istiyorsan, ancak Grand Slam’de olabilirsin. Bir de neticede ben Türkiye’yi temsilen orada oynuyorum ve Türk bayrağı orada gözüktüğünde çok farklı hissediyorum. Apayrı bir motivasyon kaynağı.



DJOKOVIC DUVAR GİBİ

Hem Nadal, hem Djokovic ile karşılaştın. İkisinin en temel farkı ne?
Djokovic çok hızlı. Şu an dünya çapında tenisin bir numarası. Beni en çok o zorladı. O kadar seri oynuyor ki, duvar gibi. Nadal sakatlık geçirdiği için eski formunda değil. Eğer günündeysen Nadal’dan puan alabiliyorsun. Ama Djokovic bu yıl sadece 4 maç kaybetti. Onun hiç kaybetmiyor olduğu fikri bile insanda psikolojik bir baskı yaratıyor. Bir de 2004-2005 yılları ben o zamanlar turnuva oynamıyordum ama televizyonda bu isimlerin maçlarını izliyordum. O zaman hiç düşünmemiştim büyük kortta onlara karşı oynayacağımı.

Senin favorin hangisi?
Ben Federer’ciyim.

Maça çıkınca tribünlere bakar mısın?
Eskiden kim var diye çok bakıyordum. Artık hiç bakmıyorum. Sadece maçtan keyif almaya çalışıyorum.

Teniste işin sırrı biraz da saldırganlık dozunu iyi ayarlamak mı?
Oyuncuya göre değişir. Bazı oyuncu defansta bazısı atakta iyidir. Ben atak oynamayı severim. Defansta kaldığım zaman genelde kaybediyorum maçları.

Raketinin sana özeli bir şeyi var mı?
Evet, grip. Benim ki çok ince, başka bir tenisçi eline aldığında şaşırıyor, “Bu ne böyle, sanki baby grip,” diyor. Ben bu şekilde daha iyi hissediyorum, o yüzden özel yapılıyor. Tenis çok kişisel bir spor. Öyle ki raketin sapı zamanla sporcunun elindeki nasırların bile şeklini alır.

Hatırladığın en güzel puanın hangisiydi?
Bu sene Djokovic ile oynadığım maçta güzel bir puan almıştım. Hatta telefonumda da videosu var, zaman zaman izliyorum.

Unutamadığın maçın hangisi?
2009 yılında ilk defa Amerika Açık’ta tur kazandıran maçım. Benim için en önemli maçımdı.

Çiftlerde oynamayı düşünüyor musun?
İleride belki. Yani daha kariyerimin sonlarına doğru. Teklerden çiftlere geçmek çok zor. Hemen konsantre olamıyorsun. Kortun kendi alanındaki tek hakimi senken, birden biriyle paylaşıyorsun ve hemen adapte olamıyorsun. Bir de çiftlerde çok fazla efor sarf etmiyorsun. O yüzden biraz daha yaşlandıktan sonra ancak çiftlere geçebilirim.

Senin en zayıf ve en kuvvetli olduğun yönlerin neler?
Forehand’im kuvvetli. İyi atak yapıyorum. Servislerim iyi. Backhand daha çok çalışmam gerekiyor diyebilirim.

Elinde sihirli bir değnek olsa kendinle ilgili neyi değiştirmek isterdin?
Keşke bir kaç farklı spor daha yapsaydım. Bana onun teniste de çok daha fazla katkısı olurdu. Bir de keşke karamsar olduğum, negatif düşündüğüm zamanları geri alabilseydim, öyle düşünmezdim. İçindeyken çok karamsar baktığım bir çok olay sonra öyle gelişmedi, pozitif sonlandı.

Tenis oyuncusu olmasaydın ne olurdun?
Pilot olmayı çok isterdim.

Tenis zengin sporu mu?
Dünya geneline bakınca evet zengin sporu. Ama Türkiye’de artık sitelerde kort var, belediyeler kortlar yapıyor. Artık bu spora ulaşım daha kolay.

Profesyonel bir tenisçi ne kadar para kazanır?
Çok değişir tabii ki. Yılda 30 bin dolardan, milyon dolara kadar çıkabilir. Sıralamalarına, kazandığın başarılar sayesinde kapını çalan sponsorlara bağlı değişir.

Hayat motivasyonun ne?
Adrenalin. Hayatımı heyecan içinde yaşamayı seviyorum. Bir de ilerisi için kafamda bazı projeler var, onlar beni geleceğe dair çok motive ediyor.

Diyelim yarın kariyerinin son maçına çıkıyorsun, ne yaparsın?
Çok üzgün olacağım. O kortta çok fazla kalmak isterim. O maç ne kadar uzun sürebilirse, sürsün. Sana bir şey söyleyeyim mi, öyle bırakmayı hiç istemiyorum. Yani planlı bir şekilde. Yarın son maça çıkacağımı bilerek, o duyguyu yaşamak istemiyorum. Bir anda “Tamam bıraktım,” derim diye düşünüyorum.



ÇOCUKLAR GRUP DERSLERİYLE TENİSE BAŞLAMALI


Çocuğunu tenise başlatmak isteyenler ne yapmalı?
Doğrusu 6-7 yaşlarında başlatmak. Önce grup derslerine verilmeli. Küçük yaşlarda özel antrenörle çalıştırmak yanlış. Çocuk önce grupta bu spora oyun gibi bakmayı öğrenmeli. Eğer yetenekliyse zaten çıkacak ortaya, ondan sonra da antrenörlerin iyi yönlendirmesi önemli.

Toprak ya da sert zemin tercihini erken yaşta mı yapman gerekiyor? Yoksa fark etmiyor mu?
Genelde küçük yaşlarda toprak zemin tavsiye edilir. Ben de öyle düşünüyorum. Tenis toprak zeminde öğrenilir. Bir topa uzanmak için kaymayı ancak toprakta öğrenirsin.

En son ne zaman ağladın?
Akdeniz oyunlarında. Final maçını öndeyken kaybettim. Çok üzülmüştüm.

O zaman seni kaybetmek ağlatır diyebilir miyiz?
Aslında hayvanlar beni daha çok duygulandırıp, ağlatabiliyor. İçimde çok fazla hayvan sevgisi var. Sokakta gördüğüm kimsesiz bir kedi ya da köpek de beni ağlatabilir. Eğer teniste istediğim sonuçları alırsam, ileride hayvanlar için bir vakıf kurmak istiyorum. Benim için yerleri çok özel.

Maçlardan önce nasıl besleniyorsun?
Maçlardan önce genelde makarna yerim. Çok fazla et yemem, çünkü sindirimi uzun sürüyor. Salata mutlaka yerim. Ama turnuvada değilsem, Türkiye’deysem her şeyi yiyorum, Türk mutfağına dayanamıyorum.

Gıda takviyesi kullanıyor musun?
Hayır. Hep doğal şeyleri tercih ediyorum. Sıkma meyve suyu çok tüketirim. Bir de maçlardan önce ve maç esnasında pestil yerim. Çok enerji veriyor. Maçlarda muz da yerim. Benzin gibi düşün. Arabaya ne kadar mazot koyarsan o kadar gider. Tenis oyuncusu da ne kadar enerji veren gıda tüketirse kortta o kadar rahat eder.

Türkiye’de tenise yeterince ilgi var mı?
Eskiye göre daha iyi. Daha çok sporcu var, turnuva var. Türkiye zaten iklim olarak spora çok müsait. Bir anda on tane uluslararası tenisçi çıkmaz ama bir kaç yıl sonra sayımız daha çok artacak.

10 yıl sonra Marsel nerede olacak?
Kortta.
  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder