9 Ekim 2011 Pazar

Futbol 90 dakikadır ve "hala" sonunda hep Almanlar kazanır

Bazı maçlar vardır, eliniz kolunuz bağlı, çaresizce izlediğiniz. Milli takımımız ve teknik heyet bizlere Cuma gecesi işte öyle bir 90 dakika izletti. “Maça hızlı başladık ama Almanlar organize ataklarla geliyorlar” gibi klişe anlatımlar, ikinci yarıda yerini artık sadece “taç, korner, son 10
dakika” gibi umutsuzca maçın bitmesini bekleyen anlatımlara bıraktı.

Maçtan sonra herkesin bir günah keçisi aradığı ve bunun için de en uygun adayın muhtelif açıklamaları ile Hiddink olduğu bir ortamda niyetim size başka sorular sormak...

YETENEKLİYİZ AMA...

Günümüz futboluna yön veren iki ekol var; biri İspanya diğeri Almanya. Futbolun temel şartı olan “yeteneğin” üzerine disiplin, sistem ve kondisyonu güçlü genç bir kadro ile inşaa ettikleri futbolu hepimiz hayranlıkla izliyoruz. Şimdi biz kendimize bakacak olursak, cuma akşamı sahaya çıktığımız ilk 11’deki hangi futbolcumuza yeteneksiz diyebiliriz ki.. Burak’a mı, Arda’ya mı, Umut’a mı yoksa Hamit’e, Volkan’a, Gökhan’a mı? Yani en azından Türk futbolu olarak temel şart olan yetenekli futbolculara sahibiz diyebiliriz.

Ancak yetiyor mu? Maalesef 1-3’lük sonuç, 2011 dünyasında “bireysel” yeteneğin hiçbir şey ifade etmediğini çok iyi anlatıyor.

Evet, Hiddink daha iyi bir kadro ile çıkabilirdi...

Evet, Mehmet Topal oynamalıydı...

Evet, 34 yaşındaki Aurelio ile ancak bu kadar oldu...

Liste uzar gider böyle.



Peki, pek sevgili ülkemin sevgili spor yazarları, yorumcuları, federasyonu ve tribünleri dolduran taraftarları; çuvaldızı kendinize batırmayı hiç düşündünüz mü?

Bir haftadır televizyonlarda ülkenin 2 büyük kulübünün teknik direktörlerinin milli takıma oyuncu gönderme söylemlerini haber yapmadınız mı? Fenerbahçe “aman sakatlanmasın oyuncum” diye gönderirken, Galatasaray “vatan borcunuzdur” diye asker uğurluyor diyen medya; o oyuncuların hepsinin bir araya gelip bir takım oluşturmak zorunda olduğunu hesaba kattınız mı?

Maçtan 5 gün önce, takımın oyun kurucusu, “yıldızımız” dediğiniz Arda Turan’a Hiddink’in tercümanını “provakatif” sorular ile göndermediniz mi? Sonra Arda’nın söylemlerini haber yapıp, yetmezmiş gibi federasyonun resmi sitesinde yayınlamadınız mı? Haberin üzerine gelen taraftar tepkileri ile günlerce spor sayfalarını beslemediniz mi? O “yıldızımızın” Cuma akşamı gol atmak için herşeyden önce düzgün bir psikolojiye ihtiyacı olduğunu hesaba kattınız mı?

Ya da rakip takımın “güya” motivasyonunu bozmak için ıslıkladığınız milli marşlarından sonra; yeni yetişecek Mesut Özil’lerin de Alman Milli Takımını seçme ihtimalini hiç hesaba kattınız mı?

Futbolun takım oyunu olduğunu sonunda öğrendik, ama o takımın birer parçası olmayı halen beceremiyoruz. Kafalarımız değişmeden sabaha kadar oynasak, yine aynı sonucu alırız.

Ve son olarak Hiddink’e birkaç söz söylemek istiyorum...



Sevgili Hiddink,

Bizim oyun karakterimiz neredeyse 10 yıldır öncelikli olarak rakibin oyununu bozmaya yönelik. Yani “rakip sahaya bir çıksın, hele bir bakalım” anlayışımız var. Sistemimiz yok, o günkü şartlara göre oynarız. Sen geldiğinde bunların değişeceğini düşündük. Milli takımın bir oyun sistemi, disiplini olacağına inandık. Bizler Akdeniz insanıyız ya, duygusalız. Sen lig maçlarına gidip, izleyeceksin, notlar alacaksın, futbolcularla samimi olacaksın sandık. Biz Ceddin babanların çocuğuyuz, sen “ezeriz, yeneriz” diye açıklamalar yapacaksın diye bekledik.

Maçtan sonra dedin ki; “Dersler almalıyız. Almanlar çok disiplinliler ve bu oyunu duygusallıktan uzak ama severek oynuyorlar. Türkler de arasıra bunu yapabiliyor ama en büyük sorun sürekliliklerinin olmaması.”

Biz kendimizi eleştirmeyi pek sevmeyiz sevgili Hiddink. Pek çalışkan olduğumuz da söylenemez. O yüzden maçtan sonra senin söylediğin sözleri de muhtemelen anlamayacağız, düşünmeyeceğiz. Ve sana da diğerleri gibi güle güle diyeceğiz sonunda...

O da birşey mi sevgili Hiddink, sene olmuş 2011, dünya değişiyor, futbol gelişiyor ve bizim halen rakibimiz Azerbaycan...

09.10.2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder