Günlerdir hadi artık lig
başlasın diye bekliyor olmama rağmen, çok önceden verilmiş başka bir sözüm
olduğundan Cuma günü ligin ikinci yarısının ilk maçlarını izleyemedim. Eve
dönerken yolda taksi şoförüne “Kasımpaşa
– Galatasaray maçı nasıldı” diye sordum. Sneijder’den başladı, “eleman” benzetmesinden, Fatih Hoca’nın
açıklamalarına, Bülent Tulun’a, derin Galatasaray’a, hatta ismini hiç
duymadığım kulüp yöneticilerine kadar her şeyi anlattı. Artık tam inmeme yakın,
“peki maç nasıldı” diye yine sordum.
Cevap yine pek farklı değildi. “Abla,
Galatasaray lider ya, bunlar ortalığı karıştırıp, bizi şampiyon yapmamak
istiyorlar.”
Nüfusun %90’ının bir takım
tuttuğu, en önemli spor gündeminin futbol olduğu bir ülkede, oyunun değil de yeşil
sahanın dışındaki magazinin peşine ne zaman düştük bilmiyorum. Bu konulara
girildiğinde genelde sorumlu olarak spor medyası gösterilir. Ancak toplumu bu
kadar etkisi altına alan bir spor dalını yönetiyorsanız, değil iki, beş kere
düşünerek konuşmak lazım. Galatasaray
Başkanı Ünal Aysal’ın “eleman” yakıştırması ile "bir mevkiyi
sıradanlaştırmasını" her kime söylerse
söylesin çok şık bulmadım. Hele ki konu, Fatih Terim gibi Galatasaray
tarihi için önemli bir isim olunca daha da sakil durdu.
Galatasaray’da idari anlamda
işlerin karışık olduğu uzun zamandır belli. Göreve geldiğinde “beni ekran önünde pek göremeyeceksin,
herkes kendi işini yapacak” diyen bir Başkan, zaman içinde değişti, ekranı
sevdi, konuşmayı sevdi. Diğer yandan “kraldan
çok kralcı yöneticiler” kulübün zaten eskiden beri en büyük sıkıntısıydı. Galatasaray seçilmişlerden çok atanmışların
konuştuğu bir kulüp olmaktan bir türlü kurtulamadı. O yüzden bu son olaylar
da bazılarının aksine beni hiç şaşırtmadı. Ne Başkan’ın çıkışı, ne
etrafındakilerin yönlendirmesi, ne de Fatih Hoca’nın maç sonu açıklaması. Galatasaray
zaten hep kaos ortamında yönetilen ve futbol oynamaya çalışan bir kulüp olmadı mı...
Halbuki Galatasaray ile
ilgili konuşulacak daha farklı konular var. Sezonun ikinci yarısına özgüvenini
kaybetmiş bir şekilde başlayan Emre, geçen yılı aratan bir Selçuk-Melo, dağınık
oynayan ve takviye ihtiyacı çok net olan bir savunma... Takımın asıl ihtiyacı bir
sol bek, stoper ve orta saha iken, çilek diye tutturup, Sneijder’i getirip
transfer defterini kapatmak ne kadar akılcı? Yanlış anlamayın Sneijder’i Tottenham’a kaptırmamak bir vizyon işidir,
Türkiye adına önemli bir transferdir. Ancak yönetimin asıl önceliği
takviyeye ihtiyacı olan bölgeye yönelik transferi yapmaktır.
Biliyorum bunları söylemek
hiçbir işe yaramayacak, ancak kendimi tutamayarak tekrar söylemek istiyorum.
Kulüp başkanlarının başarısı yıldız transferlerle ölçülmüyor. Eğer öyle
olsaydı, Beşiktaş kulübünün efsane başkanının Demirören olması gerekirdi.
Kulübün de, Başkan’ın da başarısı kupayla değerlendirilir. Kupayı getirecek
olan da teknik direktör ve futbolcudur. Başarısını defalarca ispatlamış bir
Fatih Terim’i mutsuz edersen, futbolcu da mutsuz olur, sonuç: Sen de mutsuz
olursun.
Başkan, aynı zamanda
uluslararası arenada oldukça başarılı ve saygın bir işadamıdır. İngilizce
deyimleri ve benzetmeleri de çok sever. Hani Amerikalıların pek sevdiği bir söz
vardır ya; “Win-Win” (Kazan-Kazan). İşte,
mesele bu başkan. Fatih Hoca wins, sen win. Okey?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder