Gol
atmak çok önemli. İyi futbolcuysan, sezon sonu gideceğin “büyük” takımı belirlemek ya da kaç para kazanacağını, hangi
arabaya bineceğini gösterebilmek için gol önemli. Hele bir de takımın mağlup
durumdayken attığın gol var ya, işte o seni maçın Don Kişot’u yapar. Tribünler ismini bağırır. O yüzden ne yapıp ne
edip, atacaksın o golü. Baktın dakikalar geçiyor ve hala atamadıysan, o zaman
bir fırsat yaratıp kendini atacaksın yere. Eğer maçın hakemi de “iyi!!” bir hakemse, nasıl olsa verir o
penaltıyı ve hoooop sen yine kahraman.
Yaşın
ilerleyip futbolu bırakınca istikamet teknik direktörlük. Malum, sevenin çok.
Tribünler kucak açmış bekliyor olacak seni. Hem artık sesin de daha gür
çıkabilecek, sahadaki 11 adamdan daha iyi biliyorsun sen artık futbolu. Artık
gol atmak önemli değil, artık otorite önemli. Şimdi Ego’n devrede. Maçı kazanmak değil, “ideal” kadroyu yakalamak önceliğin. Anlaşamadığın oyuncu kenarda
bekler, çünkü “lig uzun bir maraton”
ve sen bugünü değil, geleceği düşünüyorsun. Gol bekleyen taraftar gidişattan
memnun değil mi? Boşver, kim takar taraftarı… Haftaya maç başlamadan
istedikleri futbolcunun elinden tutup tribüne gidersin, “biz hepimiz elele,
daha mutlu günlere”…
Futbol
bu, büyük bir camia. Sadece futbolcu ve teknik direktörle bitmiyor tabii. Para
asıl yönetimde. Kim çilek, kim ayva başkanlar karar verir. Sadece o kadar mı?
Taraftar nasıl bağıracak, hangi maça girebilecek, nereye oturacak hepsine onlar
karar verir. Neden diye sormayalım, cevabı çok basit: Para! Senin cebinde kaç
para var, başkanının cebinde kaç para var. Cevap ortada; tabii ki sen
deplasmana gidemeyeceksin, o gidecek. Futbolu sadece oyun sananlara inat, bir
grup adam oyun para ile oynanır diye burada. Ama kimse yanlış anlamasın, hepsi
renklere gönül vermiş ve hepsinin dilinde aynı nakarat:
“Futbolcular, teknik direktörler, başkanlar
gelir geçer. Kimse hiçbir kulüpten büyük değildir.”
Bizim
sularımızda işler böyle yürürken, geçtiğimiz günlerde büyük patron UEFA,
Avrupa’da Yılın Futbolcusu’nu seçti. Yılda
yaklaşık 10 milyon euro kazanan bir futbolcu, İniesta. Ancak ne arabasının
modeli, ne de saraylardaki düğünü ile henüz magazin basınında yer bulamamış bir
oyuncu. Biraz “ot” gibi yaşıyor bu arkadaş. Mesela EURO 2012’ye giderken bir
bavul da kitap götürüyor yanında. Neruda’dan Puşkin’e kadar herşey var bavulda.
Gazeteciler kitaplarla dolu bavulu sorunca “Benimkiler
ne ki bizim Puyol gelseydi bir kütüphane taşırdı buraya” diyor. Kazandığı
parayı doğduğu yere yatırım yaparak değerlendiriyor. Dönüm dönüm üzüm bağları
almış, büyük de bir şarap fabrikası var. Futbola başladığı kulübün (Albacete
Kulübü) hissedarı aynı zamanda. “Bizdeki futbolcular” gibi, İniesta da ilk
kulübüne karşı çok vefalı. Sahibi olduğu şarap firması ile her yıl eski
kulübüne sponsor oluyor. Kaç gol mü atıyor? Çok değil. Ancak en büyük rakibi
olan takımın teknik direktörü Mourinho, kendisi için şöyle diyor:
“Iniesta bende olsa
sahaya 10 kişi çıksam bile olur”
“İlginç”
bir de rastlantı var: Bu adam İspanyol. Biliyorsunuz İspanya Don Kişot’un memleketi. Yani?
Selam
olsun bizim memlekette futbol oynayan tüm “çakma”
Don Kişot’lara.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder