Her yeni
hocada yeni umutlar, yeni bir taktiksel anlayışa bürünüyor milli takımımız.
Ancak gelin görün ki, yıllardır en büyük başarımız, 2002 yılındaki Dünya Kupası
üçüncülüğü ve Euro 2008’deki üçüncülük olmaktan bir adım ötesi değil.
Avrupa’ya
futbolcu ithal ediyoruz, gurbetçi futbolcularımız artık büyük kulüplerde
oynuyor, ama yine de konu ay yıldızlı forma olunca basiretimiz bağlanıyor, “talihsiz” goller yiyoruz. Niyetim daha
yolun başında Abdullah Hoca’yı beğenmemek değil, zira kendisini çok severim.
Seneler once radyoda konuk etmiştik ve o günden beri düşüncem aynıdır: Abdullah
Hoca futbola yakışan bir adamdır. Hollanda mağlubiyetinin ardından herkes
ziyadesiyle Selçuk İnan konusunu tartıştı. Benim de çok farklı bir düşüncem
yok. Hocanın İBB döneminden beri çabuk çıkıp rakibi eksik yakalamayı hedefleyen
bir oyun anlayışı var. Bunun için de hızlı koşan, dribblingleri olan, dikine
oynayabilen oyuncuları tercih etmesi, hatta Tunay ve Sercan’ı bu sebeple
oynatması çok normal. Ancak tüm eleştirileri haklı çıkartan konu sprinterleri
en iyi besleyebilecek, kısa-uzun pasları başarılı, ligin en formda oyuncusu
Selçuk İnan olmadan bu sistemin başarılı olamayacağı.
Ancak
asıl sorun bundan daha da önemli. Bir sonraki maçta hoca Selçuk’u oynatır,
herkesin beğendiği bir kadro hazırlar ve biz yine duran toplardan “talihsiz” bir gol yeriz. Çünkü bizim
yıllardır hedefimiz futbolda bir Türk ekolü oluşturmak değil. Sokaktaki herkes
bugün İngiliz futbolu deyince; uzun toplardan kanat ataklarından, Alman
futbolundaki fiziki üstünlükten, disiplinden, Hollanda futbolunun meşhur total
futbol anlayışından bahsedebiliyorken; konu
Türkler nasıl futbol oynar konusuna gelince her kafadan başka bir ses çıkıyor.
Çünkü yıllardır sahaya çıkarken hedefimiz Kazakistan’ı yenersek, Azerbaycan’ı
elersek, play offları geçersek’ten öteye gidemiyor. Teknik direktörümüz Abdullah
Avcı bile göreve geldiğinde hedefimizin 2014 Dünya Kupası’na gitmek olduğunu
söylüyor. Böyle bir hedef olur mu? Tabii ki gideceksin. İngiltere, Almanya,
İspanya’nın hedefi Dünya Kupası’na gitmek midir yoksa kupa mücadelesindeki ilk
3 içerisinde olmak mıdır?
Ancak
daha hazırlık maçları oynarken başlıyor bizde bahaneler:
“Hazırlık maçlarına konsantre olamıyoruz.”
Hele bir
de birkaç gol pozisyonuna girip maçı kaybettiysek:
“İyi oynadık ama olmayınca olmuyor”.
Ama
benim favorim:
“Duran toplardan talihsiz bir gol yedik”.
Yıllardır
bu ülkenin kaderi oldu “duran toplar”.
Işte bu yüzden insan sormadan edemiyor, “peki
teknik direktörler ne işe yarar” diye. Sadece takım kadrosu yapmak mıdır
hocalık?
Ya da
Van Persie’nin golü için “talihsizlik”
kısmına takılmadan geçemiyorum. Adam daha geçen hafta Premier Lig’de aynı golü
atıyor. Bir teknik direktör rakip oyuncuların önceki maçlarını takip edip,
takıma izletmez mi? Bahsettiğimiz adam kıyıda köşede kalmış, keşfedilmeyi
bekleyen biri de değil üstelik; Van Persie’den bahsediyoruz.
Sorun
Selçuk’un oynamasından çok daha büyük. Çünkü biz yıllardır çok gol pozisyonuna
girip atamıyoruz, çünkü onlar yıllardır duran toplardan “talihsiz” goller atıyor. Ve bunun ilacı ne Selçuk, ne de
Gökhan’da. Hedefi küçük, sistemi olmayan
bir ekolün bahanelerinde gizli herşey.
Bir de
aklıma gelmişken Atatürk’ün çok güzel bir sözü var:
“Kader, talih, tesadüf, rastlantı arapçadır ve
Türklerle hiçbir ilgisi yoktur”
İyisi mi
şu yediğimiz gollere artık “talihsiz”
demeyelim be hocam…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder